[17 Ocak 2016] “Etrafındaki herkes aklını kaçırır, üstelik de kabahati sana bulurken, bari sen, kendi akıl sağlığını koruyabilirsen…” (İngilizce orijinali: If you can keep your head when all about you / Are losing theirs and blaming it on you…)
Rudyard Kipling’in 1895’te yazdığı ünlü “If–” şiirinin ilk iki dizesi. Türkçeye Bülent Ecevit çevirmiş; başlığını da “Adam Olmak” koymuş. Aynı ilk iki dizeyi “Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse / Sen aklı başında kalabilirsen eğer” diye aktarmış. Galiba yeterince anıtsal değil. Özellikle losing theirs (= losing their heads) karşılığı “şaşırma” hafif kaçıyor; nitekim benim şu andaki halime, hissettiklerime, kafamdaki uğultuya da denk düşmüyor. Onun için düzyazıyla, kelimesi kelimesine vermeyi tercih ettim.
Öyle veya böyle; günlerdir dilimden düşmüyor. Kimsenin herhangi bir şey için kabahati bana bulduğu yok. Orasında değilim. Evin içinde sadece If you can keep your head when all about you / Are losing theirs (herkes aklını kaçırırken, bari sen akıl sağlığını koruyabilirsen) kısmını mırıldanarak dolaşıyorum.
Dar ideo-politik ölçütlerle kafamızı karıştırmayalım. Kipling sağlam ayakkabı olmayabilir. Çok daha fazla sevdiğim bir diğer büyük şair, W. H. Auden. Gene çok sevdiğim üçüncü bir büyük şair, W. B. Yeats. Hepsini birleştiren, buluşturan bir metin var. Auden, Yeats’in ölümü üzerine In Memory of W. B. Yeats (W. B. Yeats’in Anısına) şiirini yazar. Üçüncü bölümünün daha sonra çıkaracağı, ama eserin bütün yayınlanmış versiyonlarında yer verilmeye devam eden üç kıtasında, edebiyat ile siyaset arasındaki çapraşık ilişkiye değinir. “Zaman,” der, başka konularda ne kadar zalim davranırsa davransın, dili yüceltir ve dille yaşayan, geçimini dilden çıkaran herkesi, hattâ korkak ve kibirli bile olsalar affedip onurlandırır, hediyelerini ayaklarının dibine serer (Time that is intolerant / Of the brave and the innocent, / And indifferent in a week / To a beautiful physique, / Worships language and forgives / Everyone by whom it lives; / Pardons cowardice, conceit, / Lays its honours at their feet). Devam eder: “Zaman” işte bu tuhaf mazeretle, Paul Claudel’i de, Kipling’i ve görüşlerini de, sırf iyi yazdıkları için affeder (Time that with this strange excuse / Pardoned Kipling and his views, / And will pardon Paul Claudel, / Pardons him for writing well).
1939’daki henüz solcu kamusal sesiyle Auden, aşikâr ki Claudel’i Katolikliği, Kipling’i ise emperyalistliği için reddediyor (daha doğrusu, reddeder gibi yapıyor). Gerçekten de kimse, İngiliz İmparatorluğu’yla duygu ve düşünce, misyon ve ahlâk bakımından Kipling kadar özdeşleşmiş değil. Bir yanda yeni bir “gençlik” olgusu var; diğer yanda Kipling’in Hindistan’la karmaşık ilişkisi. Kapitalizmin 19. yüzyılın ikinci yarısında — Eric Hobsbawm’ın büyük trilojisinin ikinci cildine koyduğu başlıkla Sermaye Çağı boyunca — gösterdiği gelişme, belirli bir “ilk refah”ın ve aynı zamanda evrensel eğitim sistemlerinin yaygınlaşması sonucu, “çocukluk” ile “yetişkinlik” arasında yeni bir “gençlik” kategorisi yarattı. Artık geleneksel toplumda olduğu gibi “çocukluk”tan doğrudan “yetişkin”liğe geçilmiyor; en azından orta sınıflar açısından “gençlik yılları” diye bir sosyo-kültürel pencere açılıyordu.
Bu da, yeni gençliğin enerjisinin nasıl dizginleneceği ve nereye kanalize edileceği sorusunu beraberinde getirmekteydi. Yükselen milliyetçilikler çağında bu, söz konusu enerjinin ulus-devletin hizmetine koşulması demekti. “İsveç jimnastiği” bu dönemde icat edildi (ve Selim Sırrı Tarcan tarafından Türkiye’ye taşındı). Özel gençlik ve spor bayramları bu dönemde çıktı (ve önce Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine, oradan Cumhuriyete intikal etti). Paramiliter gençlik örgütleri kurulmaya başladı. Büyük Britanya örneğinde bu, İmparatorluğun sınırlarını beklemeye ve uzak sınır boylarında savaşmaya önceden hazırlanacak; bu kararlılık, ataklık ve gözüpeklikle yetişip gerekli bilgi ve becerilerle de donanacak emperyal-milliyetçi bir gençlik fikriyle elele gitti. Bir bakıma heyecan ve teori edebiyatçı Kipling’den, pratik örgütçülük asker (general) Baden-Powell’dan geldi. Kipling 1894’te The Jungle Book’taki (Cengel Kitabı) “kurt çocuk” Mowgli’nin şahsında, orman yaşamı ve sırlarına, arasına karıştığı hayvanlar kadar vakıf olup üstün zekâsıyla onlara hükmedebilen bir yerli insan (yavrusu) tipini; 1901’deki Kim romanıyla da, Hintlilerden ayırdedilemeyecek kadar “yerlileşerek” (going native) onların arasına karışabilen genç bir beyaz (İngiliz-İrlandalı) istihbarat ajanının başarı ööyküsünü idealize etti. Üzerine, 1907’de Baden-Powell ilk İzci Teşkilâtı’nı kurdu. Bundan sonra da gençlik kolları ve gençliğe dayalı paramiliter örgütler, devletin yanısıra çeşitli siyasî partiler eliyle de çoğalmaya devam etti. Zaman içinde, İtalyan Faşizminin Kara Gömleklileri (squadristi), Alman Nazizminin Kahverengi Gömleklileri (SA’lar) ve sonra Hitler-Jugend’i (Hitler Gençliği), Sovyet Komünist Partisi’nin Komsomol’u ve ondan esinlenen komünist gençlik birlikleri, Çin Kültür Devrimi’nde Mao’nun Kızıl Muhafızları gibi çeşitli kılıklara büründü. (Türkiye’de bu eğilimin bir uzantısı, Tek Parti diktatörlüğünün doruğunda eğitimin militarizasyonu, zorunlu askerlik derslerinin yüksek öğrenime girmesi, hattâ İstanbul Üniversitesi “talim taburları”nın kurulması oldu.)
Kipling’e dönelim; 1895’teki (yani Cengel Kitabı’ndan ve Mowgli’sinden bir yıl sonraki) “If–“ şiiri de bu bağlama oturur. Oğlu (Birinci Dünya Savaşı’nda ölüme göndereceği [bkz My Boy Jack televizyon dizisi, 2007]) John’a öğütlerden yola çıkmış gibidir ama aslında henüz kurulmamış bir İzci Teşkilâtı’na konferans gibi de düşünülebilir. Kraliçe Viktorya döneminin Stoik değerleri ve davranış kodlarını sıralar: Sükûnet, soğukkanlılık, sabır, dürüstlük, kin gütmemek, böbürlenmemek, caka satmamak. Hayal kurmak ama hayallerine kapılmamak, düşünmek ama düşüncelerini saplantıya dönüştürmemek, risk almak ama kaybedince kılını bile kıpırdatmamak, felâketlerden yılmamak, başarıdan başı dönmemek. Ne pahasına olursa olsun dayanma iradesi, düşmanlarından korkmamak, dostlarına fazla düşmemek. Aşırılıklardan kaçınmak, dengeli olmak, duygularını belli etmemek. Atatürk’ün “Türk Gençliğine Hitabe”si yok mu, her ilk-orta-lise ders kitabının baş sayfalarında ve her okulun giriş holünde, hattâ her sınıfın duvarında yer alan? Bu da Kipling’in zamanının İngiliz gençliğine hitabesi gibidir bir noktada. Farkı konjonktürel, somut ve siyasî değil, genel, etik ve soyut olmasıdır. Vatanı bekleyen belirli tehlikeler karşısında hangi politik davranışları göstermek gerektiğini değil, hayat karşısında nasıl bir karaktere sahip olmak gerektiğini içerir. Tam da bu nedenle, ideolojinin (ve sanatın) göreli özerkliğinin önemli bir örneğini oluşturur. Her büyük sanat ve edebiyat eseri, hareket noktası ne olursa olsun sonuçta genel bir insanlık momentini yakalayabildiği ölçüde büyük olur. Kipling’in “adam olma” vaadi de İngiltere ile ve emperyalizmle sınırlı kalmaz; daha geniş bir evrensele, bir insanlık potansiyeline açılır. Önümüze, nerede olursa olsun mütevazi, mütehammil, kendine yeterli, gösterişçilikten uzak, özetle sıkı ve sağlam bir modern kahraman tipini koyar. Tennyson’ın Ulysses’i (Odiseus’u) gibi, hayatı olumlayarak “aramaya, uğraşmaya, bulmaya ve boyun eğmemeye” çağırır (to strive, to seek, to find, and to yield).
Gene de her satırı ve sözcüğünü aynı düzeyde sevdiğimi söyleyemem kuşkusuz. Hattâ birçok yeri bana fazla tumturaklı, üsttenci, didaktik ve bombastic (şişirme) gelir. Gene de başka bazı dizeleri sadeliğiyle içime işler: “Beklemek, ama beklemekten yorulmamak” (If you can wait and not be tired by waiting); “Hakkında yalan söylense de yalana başvurmamak” (Or being lied about, don’t deal in lies). Bir de şurası herhalde: “Dile getirdiğin gerçeklerin, düzenbazlar tarafından çarpıtılıp, aptalları kandırmak için kullanılmasına, ya da ömrünü verdiğin şeylerin tuzla buz olmasına dayanabilir; tekrardan yere çömelip, yıpranmış âletlerinle onları yeni baştan onarmaya girişebilirsen” (If you can bear to hear the truth you’ve spoken / Twisted by knaves to make a trap for fools, / Or watch the things you gave your life to, broken, / And stoop and build ’em up with worn-out tools; Bülent Ecevit çevirisinde, Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz / Kandırabilir diye safları dert edinmezsen / Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz / Koyulabilirsen işe yeniden). Benim de hayatımın en az yarısını verdiğim sol düşünce tuzla buz olmadı mı bir yerde? Ama işte, yıpranmış âletlerimle yaşamaya ve tekrar düşünmeye devam etmiyor muyum?
Açıkçası, benim de ruhuma çok hitap eden bir insan tipidir bu. Geçmişte fetih ve sömürgecilik peşinde koşmuş olabilir. Bugün aynı özellikleri başka mücadelelere hasretmesi beklenir. Örneğin ister aydınları ister politikacılarıyla çağdaş Türkler şu sabır, ölçülülük, sessiz ve sâkin direnç özelliklerini biraz olsun edinseler, çok mutlu olacağım.
Fakat heyhat! Bir yanda 1128 öğretim elemanının hakikate taban tabana zıt, akıllara seza bildirisi. Diğer yanda, siyasî mücadele ile yargı yoluyla ve başka yöntemlerle tedip etmeyi birbirine karıştırmaması gereken devlet ve hükümet adamlarının açık, alenî, mükerrer çağrılarıyla başlayan bir hukukî suçlama, gözaltına alma, soruşturma açma, işten çıkarma dalgası. Hangi hakkaniyet, hangi gerçek saygısı? Ve hangi ölçü, denge, sabır, sükûnet? İnancım olsa dua edecek, “Allahım sen beni koru, sen bana akıl fikir ihsan eyle” diye yalvaracağım. İş işten geçmiş; bu yaşta dine sığınamam artık. Sadece kendi kimliğim ve kişiliğim var; içsel direncim, “adam olma” kapasitem. Bu yüzden Kipling dolanıyor dilime. Geceleri karanlığa bakıp “İster Zafer, ister Felâketle karşılaştığında, bu iki sahtekâra da tıpatıp aynı şekilde davranabilirsen” diye çağırıyorum uykuyu (If you can meet with Triumph and Disaster / And treat those two impostors just the same).
Bu yüzden, evin içinde “herkes aklını kaçırırken, bari sen akıl sağlığını koruyabilirsen” diye mırıldanarak dolaşıyorum.