Esas itibariyle, tarih boyunca emperyalist ve kolonyalist politikalar imha ve/veya asimilasyon süreçleri ile paralel temayüz etmiştir. Bu siyasaların uygulayıcıları her daim imhayı ve/veya asimilasyonu (gönüllü veya gönülsüz) ‘ilerleme’ adı altında meşrulaştırmıştır. Bahsi geçen asimilasyon sürecinin başarısızlığa uğramasından sonra, imha siyaseti devreye girer.
Bilhassa kolonicilere ve onların mallarına yönelik saldırılar ve medenileştirme deneyimlerinin akim kalması yerleşimcileri şuna ikna etmiştir: “Yerliler telafi edilemez bir biçimde aşağıydı, parazitti ve imha edilmeleri elzemdi. İyilik, nefret ve aşağılama ile yer değiştirmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan en güçlünün hayatta kalmasını şiar edinen Darwinist nosyonlar onların içgüdüsel itikatlarına bilimsel bir güvenirlik atfetmiştir; buna göre çatışma kaçınılmazdır ve yalnızca ‘üstün ırk’ payidar kalacaktır.”
Son tahlilde, Avustralya’nın kolonizasyonu sürecinde bir soykırımsal moment söz konusudur. Moses’ın soykırım literatürüne katkısı bu noktada kristalize olur. 1990’ların ortalarında kolonileştirme süreci ve soykırım arasındaki rabıta söz konusu literatürde önemli bir kaymaya işaret eder. Zira bu tartışma Holokost’un biricikliği ve diğer soykırım olayları ile karşılaştırılamaz iddiasını sarsmıştır.
Yugoslavya’daki ölüm tarlaları, Ruanda’daki soykırım ve Kızıl Kmer’lerin Kamboçya’daki cürümleri gibi örnekler soykırım literatüründe yeni araştırma alanlarını ve yeni soruları doğurmuştur. Bu örnekler modern soykırımların incelenmesinde hiyerarşik ve rekabetçi olmayan analitik çözümleme yeteneğine haiz bir alan açmıştır. Bu sayede Shoah da ulus ve imparatorluk inşası süreçlerinin açtığı geniş çerçevede bağlamına oturtularak analiz edilmeye başlanmıştır.
Bu bağlamda, bir diğer önde gelen soykırım tarihçisi Dan Stone, Alman kolonyal tarihini derinlemesine ele alır. Stone Alman antropolojisinin ve Alman antropologlarının soykırımdaki rolüne ve sorumluluğuna odaklanır. Bu anlamda Almanların 20. yüzyılın hemen başında Orta Afrika’daki kolonilerinde yapmış oldukları ırksal ve kültürel ayrımları inceler. Öyle ki bu ayrımlar Namibya’da Herero ve Nama yerli halklarının imhası ile sonuçlanmıştır.
1900’lerden sonra beşeri ve biyolojik bilimlerin daha Darwinist bir yapıya dönüşmesi sosyal Darwinizmi ve ırksal seleksiyona dayalı öjenik teorileri de beslemiştir. Bu değişim “geri kalmış halkların ortadan kaldırılması” zihniyetini meşrulaştırmıştır. Yukarıda da vurguladığımız üzere antropolojik çalışmaların bu yöndeki evrimi kolonicilerin yerli halkı “vahşi” ve “geri” olarak tasvir etmesine uygun zemini sağlamıştır.
İlaveten Stone, Herero soykırımı ve Holokost arasındaki yapısal benzerlikleri göstermeye çalışır ve bu sayede tıpkı Moses gibi soykırım çalışmaları alanına karşılaştırmalı bir perspektif ve metodoloji getirmek ister. Aynı şekilde, Yahudi Soykırımını “kolonyal tarzda bir soykırım” olarak ele alan Holokost tarihçileri de mevcuttur. Öyle ki Hitler’in Britanya İmparatorluğu’nun kolonyal başarısından esinlendiği iddia edilir.