Kanunların Ruhu başlığındaki ‘”ruh” (esprit) kelimesi Montesquieu tarafından, toplumu yöneten kanunların kendilerinden çıkarsanabileceği nedenler anlamında kullanıldı. Bu tür bir kaynak veya köken, ticaret ile barış arasındaki ilişkiydi. Avcı ve toplayıcı toplumlar ihtilâf ve çatışma içine düşerken, ticaret toplumları karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindeydi. Ticaret aynı zamanda nezaketin ve insanî, ahlâkî değerlerin gelişmesini de teşvik etmekteydi. Bu teori zamanımıza kadar yaşadı. Serbest ticaret ve açık sınırlar, savaşı tümüyle değilse de önemli ölçüde engeller. Bastiat’ın dediği gibi, “sınırlardan mallar geçmezse ordular geçer.” Ticaret başkalarıyla temas kurma, insanları dinî ve kültürel özelliklerinden dolayı yargılamama, hakkına razı olma, sözünü tutma, dürüst olma gibi erdemleri besler.
Montesquieu’nun izinden giden ve Fizyokratlar adı verilen bir grup Fransız bilim insanı, sosyal olayların, insanlar ve siyasal yönetimler tarafından uyulması gereken — ebedî, reddedilemez, ortadan kaldırılamaz ve kaçınılmaz — kanunlar tarafından belirlenen bağlar içerdiğini ileri sürdü. İnsan toplumlarının fiziksel dünyayı, hayvan topluluklarını ve hattâ her organizmanın iç hayatını düzenleyen aynı kanunlar tarafından regüle edildiğini söyledi. En önemli Fizyokrat olan F. Quesnay, insan vücudunun işleyişi ile ekonominin işleyişi arasında benzerlik kurdu. Ona göre, insan vücudunda kanın üstlendiği fonksiyonu ekonomide para üstlenmekteydi. İnsanlar eşitsiz yeteneklere sahip olmalarına rağmen eşit doğal haklara sahipti. İnsanların haklarının diğer insanlar tarafından ihlâl edilmemesini sağlamak ve insanları kendi menfaatlerinin peşinden gitmeye muktedir kılmak, siyasî yönetimin göreviydi. Fizyokratlar bu yüzden özel mülkiyeti ve serbest ticareti savundu.
Siyaset felsefesi alanında tabiat bilimlerinin ilkelerini ve metotlarını ahlâka uygulayan bir diğer kişi, İngiliz filozof Thomas Hobbes’du. Hobbes, 1651’de yayımlanan Leviathan’ında sosyal dünya analizini Galileo’nun eserine ve İngiliz tıpçı William Harvey’in 1628’de yayımlanan On the Motion of the Heart and the Blood (Kalbin ve Kanın Hareketi Üzerine) adlı kitabına göre modelledi.
Michael Shermer’a göre, bütün bunları göz önünde tutarak, insanî değerleri ve ahlâkı sadece Aristo’nun erdem ahlâkı, Kant’ın kategorik emperatifi, Mill’in faydacılığı ve Rawls’un hakkaniyet etiği gibi felsefî prensiplere değil, bilimsel muhakemeye de dayandırabiliriz. Bilimsel Devrim’den Aydınlanma’ya doğru, akıl ve bilim yavaş yavaş fakat sistematik bir şekilde, sosyal ve ahlâkî problemleri çözmenin en güvenilir aracı olarak hurafenin, dogmatizmin ve dinî otoritenin yerini aldı. Bunu söylemek, fizik ve biyolojideki keşiflerin doğrudan doğruya toplumda değişikliklere yol açtığını söylemekten ziyade, bu keşiflerin beşerî bilimlere uygulandığında adaleti ve özgürlüğü takviye eden ilerlemelere yol açtığını söylemektir.
On binlerce yıl boyunca, ahlâkî gerileme insan cinsinin özelliği oldu ve bunun sonucunda milyonlarca insan zarar gördü. Sonra, yarım milenyum önce aniden bir şey vuku buldu. Bilimsel Devrim akıl çağına ve Aydınlanma’ya kapı açarak her şeyi değiştirdi. Eski bir kutsal kitabın veya felsefî metinlerin otoritesiyle ilâhî gerçeği arama yerine, insanlar tabiat kitabını incelemeye başladı. Kızgın hava tanrılarını teskin için insan kurban etmek yerine, natüralistler meteoroloji bilimini yaratacak şekilde ısıyı, barometrik basıncı ve rüzgârları ölçmeye başladı. Ve dar bir azınlığın vatandaşlarını tahsilsiz, eğitimsiz, aydınlanmamış bırakarak siyasal gücü büyük ölçüde elinde tutması yerine, bilim, tahsil ve eğitim yoluyla insanlar bağımlılık zincirlerini kırmaya, haklar talep etmeye başladı.
Bütün bu değişikliklerin insanlığın kötüye gidişini nasıl engellediğini; insanlığın durumunu iyileştirmek, ahlâkı geliştirmek için aynı çizgide ilerleyerek daha fazlasını yapabileceğimizi görmek gerekir.