Diyarbakır Belediye eşbaşkanları Gülten Kışanak ve Fırat Anlı’nın ve ardından HDP’li eşbaşkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile bazı vekillerin tutuklanmasının hukuki bir mesele değil, siyasî bir operasyon olduğu gayet açık. Zira söz konusu kişilerin bugün suçlandıkları hususlarla bire bir aynı veya benzer söz veya eylemleri Çözüm Süreci döneminde de — hattâ fazlasıyla — mevcuttu.
Siyasî operasyon olduğu kesin de, siyasî operasyonu kimin kime yapmış olabileceği sorusunun cevabı pek net değil! Operasyonların arkasında hükümetin/Erdoğan’ın güçlü bir siyasî iradesi olduğu anlaşılıyor; ancak son tahlilde bu işten en zararlı çıkacak olan Erdoğan ve AK Parti’ymiş gibi görünüyor.
Eğer 17/25 Aralık 2013, ardından 15 Temmuz 2016 ve sonrasında yürütülen FETÖ operasyonlarını yaşamamış olsaydık, herhalde bu olaylar karşısında şöyle bir değerlendirme yapan sıradan bir AK Partili (destekçisi veya üyesi) çok fazla yadırganmazdı: “Cemaat, bu tutuklamalarla emrivaki bir durum yaratarak hükümeti etkisizleştirmek, Erdoğan’a rağmen kendi politikalarını uygulamak ve Erdoğan’ı /AK Parti’yi bitirmek için bir operasyon yapıyor. Asıl operasyon Erdoğan’a/AK Parti’ye yapılmış oldu.”
Gülencilerle kavga açığa çıkmadan önce; Oslo görüşme kayıtlarının sızdırılmasını, kelepçeli görüntülerle KCK tutuklamalarını, 12 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın — aslında Başbakan Erdoğan’ın — PKK müzakereleri sebebiyle ifadeye çağrılmasını, sonrasında ise AK Parti’nin açıkça PKK’ya göz yummakla ve Çözüm Süreci diye diye ülkeyi bölünmeye götürmekle suçlanmasını, derin devlet temizlendiğine göre Kürt meselesinin çözümünde güvenlikçi yöntemin “artık” işe yarayacağı propagandasını, bu arada bir de şüpheli Uludere/Roboski vakasını hatırlayalım.
Bunları düşününce, söz konusu AK Partilinin “son operasyonları da yapsa yapsa FETÖ (eğer bu kadar deşifre olmasaydı) yapmıştır” demesi tuhaf kaçmazdı. Zira büyük risk alarak Kürt meselesinde demokratik ve siyasî çözümü masaya getiren ve (epey bir süre) arkasında duran, Erdoğan’dı.
Doğrusu böyle bir açıklama “hâlâ” ikna edici olabilseydi, kurgusal AK Partilimizin hem vicdanını hem mantığını hayli rahatlatan ve işini kolaylaştıran bir açıklama olurdu. Zira bu operasyonları ne demokrasi açısından, ne de siyasî fayda bakımdan açıklamak, anlamlandırmak ve tutarlı şekilde savunabilmek pek mümkün görünmüyor.
Bu tutuklamalarda, demokrasi açısından ilk problemli boyut, AK Parti’nin şimdiye kadar hep savunageldiği, hem ulusalcı vesayetle hem Gülenci vesayetle mücadele ederken başvurduğu ve değer atfettiği seçim ve temsil mekanizmalarının çiğnenmiş olmasıdır.
Aslında AK Partililere sandık ve seçimlerin kritik önemi ve değerini anlatmaya ihtiyaç yok. Zira siyasî serüvenleri boyunca, seçim başarılarına yönelik “sandık fetişizmi, sandık demokrasisi, oy meşruiyet sağlamaz, çoğunluk diktası” gibi — seçimi ve temsili karalayıcı — saldırılarla mücadele etmek zorunda kaldılar.
Siyasî meseleleri hukuku ve yasaları kullanarak bastırmaya, yok saymaya veya bunlar üzerinden siyaseti dizayn etmeye çalışmanın, buna kalkışanlar açısından başarısızlığı defalarca teyit edilmişken; Kemalist vesayet rejiminin dindarlara ve Kürtlere yönelik baskıcı politikalarının ve siyasî dizayn çabalarının geldiği nokta ortadayken… bunların yanlışlığını veya işe yaramazlığını ayrıca anlatmak gerekmez.
AK Parti çevreleri siyasilerin tutuklanmasını haklı göstermeye çabalasa da, kendi geçmişleri ve savundukları ilkeleri, değerleri ve politikaları reddetmedikleri sürece, ileri sürdükleri gerekçe ve argümanlar çok zayıf ve kırılgan kalmaya mahkûm görünüyor. Tümü, tarihin hatırlatılması ile çürütülecek cinsten basit akıl yürütmeler.
Sık başvurulan bir argüman üzerinden bunu göstermeye çalışalım: “Onlar da ifade vermeye gitselerdi, kimseye ayrıcalık yapılamaz, bak diğer partilerin mensupları nasıl gitti.” Oysa savunmaya zorla götürülmeleri tutuklanmalarını gerektirmezdi; ifadeleri alınır, tutuksuz yargılama devam ederdi; böylece yasama ve temsil görevlerini yapmayı sürdürebilirlerdi.
Diğer taraftan bu argüman, aslında HDP’lilere yönelik ayrımcılığı, sanki onlar ayrımcılık talep ediyormuş gibi sunduğu için hile içeriyor. Dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi en başından beri HDP’liler özelinde gündeme geldi. Ancak böyle bir “hedef alma” yokmuş havası verebilmek için bütün vekillerin dokunulmazlığını bir seferliğine toptan kaldırma yoluna gidildi.
HDP’lilerin tutuklanması “hukuk” temelliymiş gibi gösterilmeye çalışılsa da, yapılan suçlamalara daha yakından bakıldığında, esasen HDP’lilerin — terörist cenazesine gitmek gibi — kötü siyaset ve ahlâkî zayıflık ile suçlandığı görülüyor. Gerçekten de HDP’liler siyaseten büyük bir hatâ işlediler. Seçmenin demokrasi içinde siyasî çözüm için verdiği oyu PKK’nın siyasal şiddetine meze yaparak berhava ettiler. Şiddeti kimden geldiğine göre ayırt ettiler; sivil ayağı ve sivil siyaseti şiddet ve militarizm karşısında iyice zayıflattılar. Yalan haber ve dezenformasyondan medet umdular.
Ancak bunların hiçbiri tutuklamaları haklı kılmaz. Meselenin basit bir siyasî ihtilaf olmadığını, ortada yıllardır karşılıklı tırmandırılan, kan ve ölümle beslenmiş bir durum olduğunu hatırda tutmak gerekir. Siyasî hataların, suistimallerin ve kötüye kullanmaların cezası ve karşılığı yine siyaseten verilmelidir. Partinin seçmenleri zaten 7 Haziran ile 1 Kasım arasında bu cezayı kısmen kesmişlerdi. İzlenen hendek siyaseti üzerine halk kesilen cezayı daha da ağırlaştırmıştı. Tutuklanmalarına yönelik tepkinin cılızlığı bunun en son kanıtı olarak ortada duruyor.
Bu operasyonların demokrasi açısından anlatılması ve anlaşılması zor olan ikinci boyutu ise, AK Parti’nin ve bizzat Erdoğan’ın Kürt meselesini siyasî ve demokratik yollarla çözme politikasını yüksek risk almak pahasına yıllarca savunmuş olmasıdır. Bir lider olarak Erdoğan, tabuları yıkan, ülke barışı ve adalet için elini taşın altına koyan bir lider olarak başarısı ve saygınlığının önemli bir kısmını bu meseleden elde etti.
Son yıllara gelinceye kadar pek çok alanda açılım sağlanmış, inkâr ve asimilasyondan Kürt halkının varlığını tanımaya evrilen bir seyir izlenmiş, Kürtlerin özgürlükleri genişletilmiş ve Kürt referanslı siyasetin alanı açılmıştı. Erdoğan ve AK Parti Kürt meselesinde rejimin tabularını arka arkaya yıkmış, bu açılımlar için ulusalcılara ve onların devletteki ister açık ister derin uzantılarına karşı şiddetli bir kavga vermişti. Benzer bir mücadele ve kavga, ulusalcı derin devleti çökerten ama onların yerine geçen FETÖ’ye karşı da verilmişti.
İşte bu yakın geçmiş, şimdi HDP’lilere yönelik operasyonlara bakıldığında, bir AK Parti seçmeninin acaba ulusalcı derin devlet ve Gülenci derin devlet artıkları birleşerek bir “kumpas” mı kurdu diye sorabilmesinin rasyonalitesini sağlayan zemindir. Çünkü bu politikalar, ulusalcıların zaten önceden denediği ve hep savunageldiği politikalara; Gülencilerin de kendilerini “asli iktidar” olarak görecek güveni hissettikleri zamanlarda hükümeti çeşitli yollarla uygulamaya zorladıkları politikalara tekabül ediyor.
Şimdi HDP’li Belediye başkanı ve vekillere yönelik bu operasyonu bir “kumpas” ile açıklayabilmesinin “görünen olgusal temeli” kalmadığından, kurgusal AK Partilimiz yeni bir açıklamaya yönelebilir: AK Parti önceden savunduğu ilke, değer ve politikalardan bir sebepten vazgeçti (bu vazgeçişe, belki siyaseten gerekli veya zorunlu bularak hak verecektir; burası ayrı bir konu). Söz konusu AK Partili, bu vazgeçiş sebebiyle önceden suç olmayan şeylerin şimdi suç olarak görüldüğü veya önceden yanlış bulunan şeylerin şimdi doğru bulunduğu gibi bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu itiraf etmek durumunda kalacaktır.
Bu durumda, operasyonların şimdikine göre daha sağlam ve ikna edici bir savunması, ancak AK Parti’nin artık değiştiğinin, Yeni AK Parti’nin Eski AK Parti’ye reddi miras yaptığının açıkça ilân edilmesi ile mümkün görünüyor. Bu şöyle bir açıklama olabilir: “Kemalistler/ulusalcılar seçmen iradesinin o kadar da matah bir şey olmadığını, seçmenin yanılabileceğini söylerken haksız değillermiş. Yine Kürt meselesi diye bir şeyin olmadığını, meselenin sadece ekonomik refah ve güvenlikçi tedbirlerle çözülebileceğini, siyasî ve demokratik alanın genişletilmesinin çözüme değil bölünmeye yol açacağını, dolayısıyla siyasî baskının şart olduğunu savunurlarken de haksız değillermiş. Şimdi bunu daha iyi anlıyoruz.”
Bunun ardından varsayımlara devam edelim; AK Parti’ye kumpas kurulmadığı gibi, AK Parti’nin kendi mirasını reddetmek gibi bir niyetinin de olmadığını varsayalım. Bu durumda değişimi açıklamak ve anlamlandırmak için geriye sadece siyasî fayda veya avantaj elde etme motivasyonu kalır. Bu durumda operasyon, siyasî kazanç elde etmek amacıyla yapılmış stratejik veya taktik hamleler olarak ortaya konulacaktır. Farazî AK Partilimiz, bu operasyonların AK Parti’nin çıkarına sonuçlar üreteceği, bir parti olarak elini güçlendireceği ve desteğini artıracağı hesabıyla yapılmış olduğu açıklamasına yönelebilir.
O halde olası siyasî kazancın/faydanın ne olduğunun gösterilmesi gerekir. İlk olarak, AK Parti’nin bu operasyonlar ile HDP oylarının kendisine yönelmesini öngörüp öngörmediği sorulabilir. Ancak bu sorgulamadan olumlu bir sonuç çıkması mümkün görünmüyor. Mevcut sosyolojik ve siyasî konjonktürde, eğer belediye başkanları ve vekiller üzerinden partiye bu müdahale yapılmamış olsaydı, önceden HDP’ye giden oyların en azından bir kısmının AK Parti’ye kayma olasılığının daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir.
HDP zaten epey zamandır bölge halkından duygusal olarak kopmuş, seçmeninin talep ve beklentilerine göre politika geliştirme kabiliyetini kazanamamış ve desteği giderek azalan bir parti konumundaydı. Yaptığı tarihi hatalar ve gösterdiği siyasî cesaretsizlik sebebiyle, Meclisin üçüncü partisi olmasına rağmen siyasette etkisiz eleman durumuna düşmüştü. Hem halk desteğini hem siyasî etki gücünü kaybettiği bir dönemde yapılan bu operasyonun HDP’ye can suyu olabileceğini düşünmek daha makul görünüyor. Dolayısıyla böyle bir fayda umularak operasyonlara yol verilmiş olması anlamlı değil.
Peki, HDP’yi zayıflatarak yeni bir Kürt siyasi hareketi ve partisine yer açmak gibi bir fayda uğruna bu operasyon yapılmış olabilir mi acaba? Bu soruya da verilecek cevap açık ki olumsuz olur. Aslında mevcut koşullarda, müdahale edilmeseydi böyle bir siyasî iklim zaten kısmen oluşmuştu, oluşuyordu. Kendiliğinden zayıflayan bir HDP’nin yerine yeni ve sivil bir siyasî hareketin çıkması ve palazlanması umulabilirdi. Hele PKK’nın bölgedeki silahlı hâkimiyeti yapılan güvenlik operasyonlarıyla kırılmış, böylece PKK’nın bölgedeki hegemonyası kısmen geriletilmiş haldeyken. Oysa şimdi, böyle bir olasılık vardıysa bile artık hiç şansının kalmadığı söylenebilir. HDP’liler “hapisteyken” ve belediyelere kayyum atanmışken, bölgede şiddet dışı yöntemleri ve demokratik siyaseti savunmak da, yeni bir siyasî hareketi desteklemek de eskisine nazaran çok daha zora girdi.
Bu durumda akla gelen başka bir olasılık, anayasa ve başkanlık referandumunda MHP’nin desteğini garantilemek uğruna “MHP politikalarının” uygulamaya sokulduğu. Diğerlerine kıyasla daha makul görünüyor, ancak yine de girişilen işin çapı sebebiyle zayıf kalıyor. Bu yolla elde edilecek bir kazancın diğer taraflardan verilecek kayıpları karşılayıp karşılamayacağı meçhul. Üstelik, bu operasyonun olası bir seçim ve referandumda desteği düşürecek bir etki yapması da mümkün.
Velhasıl, demokratik çerçevede ve olağan siyasî akıl yürütme ile HDP seçilmişlerine yönelik bu operasyonları açıklamak ve anlamlandırmak her halükarda oldukça güç görünüyor. Durumu açıklamaya çalışan son bir akıl yürütme ise, mevcut gelişmeleri ve içine girilen trendi, 15 Temmuz darbe girişimiyle devletin ve AK Parti’nin yaşadığı şiddetli sarsıntı ve çözülmenin dolaysız ve dolaylı sonuçları olarak analiz edebilir.
Belki yakında zamanda durum daha netleşir; mesele bir şekilde daha açıklanabilir ve anlaşılabilir hale gelir.