Son dönemde yaşanan şiddet olayları Türkiye'ye barışın ne kadar değerli olduğunu göstermekle kalmadı; barış yolunda ilerlerken çıkan engellere karşı gösterilmesi gereken sabır ve kararlılığın da hayati bir önem taşıdığını, üstelik, bu kararlılığı göstermenin çok da kolay olmadığını da ortaya koydu. Daha önce sorunun çözümü için elini taşın altına koyan herkesin eli bir şekilde yandı.
Bu da, sorunun sadece temel haklar ve özgürlükler çerçevesinde kalmaması; üzerinde yeşerdiği coğrafyadan kaynaklanan daha geniş bir siyasallığı da kapsaması nedeniyle oldu. Sorunu barındıran dört ülkenin tamamı, uluslararası siyasette üzerinde en fazla konuşulan ülkelerden ve bunlardan sadece Türkiye, Batıyla olumlu ilişkileri eş düzeyli olarak sürdürebiliyor. Bu da sorunu dünya siyasetinin savaş alanlarından biri haline getiriyor. Bir tarafta Türkiye, İran, Irak, Suriye; diğer tarafta Amerika, Almanya, İsrail, Rusya. Bu iki grubun hem kendi aralarındaki, hem diğer grupta bulunan ülkelerle olan ilişkilerini yürütürken kullandıkları araçlardan bir tanesi de PKK oluyor. Tabii kullanma-kullanılma derken, PKK da aynı ölçüde bu durumu kullanarak bölgede önemli bir siyasal güç haline gelmiş bulunmakta. Erdoğan’ın geldiği siyasal geçmişin “hak, adalet, İslami kardeşlik” gibi yaklaşımlarıyla çözülebileceği düşünülen sorun, hem bölgedeki güç dengelerindeki değişim (Suriye üzerinden yürütülen kavga) ve bu değişimi PKK’nın kendi lehine kullanmak istemesi, hem de Erdoğan’ın kişiliği üzerinden yürüyen Türkiye üzerinde güç sahibi olma kavgaları yüzünden buzdolabına kaldırıldı.
Sorunun uluslararası ve büyük resim içerisindeki görünümü böyleyken, bir de Türkiye içerisindeki kitleselliği önemli yer tutmakta. Türkiye’de PKK hareketine kitlesel destek özellikle 90’lı yıllarda — bugün “o yıllara mı dönüyoruz” dedirten — devlet politikaları yüzünden arttı ve bu desteğin kapalı kapılar arkasında olmayan görünür uluslararası meşruiyeti de büyüdü. AİHM’de görülen dâvâlar ve bölgede yaşayanların ya da bölgede görev yapan devlet görevlilerinin özel olarak anlattıkları bile, bölgedeki tepkiselliğe haklılığını ortaya koyuyorken, bu duruma sessiz kalan, sadece Türkiye’deki ana akım medya ve o dönemde orada kalem oynatanlar oldu. Tabii özellikle sol sosyalist aydınları, İslami aydınları ve sınırlı sayıda liberal-demokrat aydını bunun dışında tutmak gerekiyor. Bu aydınlar içerisinde bile devlete daha yakın duranlar kısmî bir itiraz hakkını kullanabilirken, bunun dışındakiler çeşitli şekillerde cezalandırıldı.
İlginç bir durum ise, “dönülmemesi gereken dönem” denen 90’ların ana akım medyasının yazar ve yöneticilerinin neredeyse tamamının bugün de aynı kadroyu oluşturması. Gazeteler değişti, görevler değişti, ama — sonradan dahil olan ve sayısal ağırlığı olmayan genç kuşağı (ki onlar da genelde ekran yüzü olarak kullanılıyor) bir kenara bırakırsak — ana omurga hep aynı kaldı. O günlerde faili meçhulleri, köylerin boşaltılması ve yakılmasını meşru gören ana akım medya, her nasılsa bugün, Kürt sorununu çözme pahasına her türlü bedeli ödemeye hazır Erdoğan liderliğini diktatörlükle suçlayabiliyor. Bir zamanlar faşizmle kol kola yürümekten, bugün Erdoğan’ı bile diktatörlükle suçlayacak kadar “demokrat” bir noktaya gelmiş olmaları, kendileri açısından önemli bir gelişim olabilirdi — biz onların bulundukları noktayı hak ve adalet kavramlarına göre değil, uluslararası siyasetin savaş alanlarında yürütülen mücadelede yaratılan çıkar ilişkilerine göre belirlediklerini bilmesek!