[26-27 Ocak 2019] Yeryüzünde varoluşumuz, kimi uzun kimi kısa, kesişen ve örtüşen, üstüste binen ve biriken sayısız pratikten oluşmakta. Toplumlar (acaba normal toplumlar mı demeli?) kendilerini bu ortak pratikler temelinde üretiyor ve yeniden üretiyor. Kültür dediğimiz şey, bir yandan bu zeminden türüyor; hepsinin özeti, yoğun ama akışkan ifadesi oluyor. Diğer yandan, bütün bu pratiklerin (kısmen yenilenmesi dahil) sosyal olarak tekrarlanabilirliği, bir kısmı terkedilir ve ufkun altına düşerken yenilerinin yükselmesi, gene kültür matrisi aracılığıyla sağlanıyor.
Elbette toplum tümüyle homojen değil. Tersine, muazzam bir çeşitliliği içeriyor. Belirli grup ve bireylerin farklı dünya görüşleri, ideo-politik tercihleri, kimlik ve aidiyetleri söz konusu. Sosyal konumları, etnik ve/ya dinî ve/ya sınıfsal belirleyicilere tâbi oluyor. Modernite öncesinde bu ayırımlardan çoğu zaman sınıfları enlemesine kesen cemaatler türüyor. Bazen de çok daha derin uçurumlar doğuyor. İlkçağda Atina ve Roma, hür vatandaşlar ile köleler arasında kalın çizgilerle ikiye bölünüyor. Bütün geleneksel tarım toplumlarında rastladığımız ana katmanlar (din adamları, düşünürler, yöneticiler + savaşçılar + tüccar, esnaf, zanaatkârlar + kol emekçileri, özellikle de köylüler), Hindistan’da 3000 yıl boyunca alabildiğine katı bir kast sistemi kılığına bürünmüş olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu çok aşırı, en aşırı örneklerde bile, toplum çoğu zaman dağılıp yokolmuyorsa; 21. yüzyıl başında bizlere kabul edilemez gelebilecek derecede ağır ve keskin eşitsizliklere karşın birlikte yaşayabiliyorsa — bunu ortak pratiklerin gücü nisbetinde ve kültür diye özetlediğimiz o tarifi zor katmanın, insan ilişkilerine yön vericiliği kadar siyasî meşruiyeti de temellendirmesi sayesinde başarıyor.
Modernite bu çerçevede önemli dönüşümleri beraberinde getiriyor. Hepsi aynı yönde değil; kısmen veya büyük ölçüde çelişkili de olabiliyorlar. Kapitalizmin gelişmesi, diğer parametreleri tümüyle yoketmese de, ekonomik sınıflaşmayı öne çıkarıyor. Cemaatleri kısmen de olsa çözüyor, kapalı kabukları kırıp açıyor, bölge ve toplulukları birbirine yaklaştırıp kaynaştırıyor. İleri kapitalizmin çekirdek alanlarında, bu göreli homojenleşmeler tek bir vatandaşlık kertesine ulaşıyor. Kapitalist modernleşmenin ve parlamenter demokrasinin o kadar eksiksiz bir zafer kazanmadığı yerlerde ise, satıhtaki vatandaşlık kimliğinin altında dar ve özel dinî-mezhebî anlamıyla cemaatler varlığını koruduğu gibi, onlara daha genel ve gevşek anlamıyla cemaat benzeri başka topluluklar (“mahalle”ler?) de katılıyor. Bu alt-kimliklerin bağlayıcılığından türeyen çoğul arayışlar, gene modernitenin gelişmesi sonucu kamusal alanın genişlemesinden yararlanarak siyaset sahnesine çıkıyor ve daha önce mevcut olmayan temsil ya da itiraz olanaklarına kavuşuyor.
* * *
1920’lerden 50’lere TKP; sonra 1960’ların ve 70’lerin sol akımları, Türkiye’ye hep aynı Marksist teorinin gözlükleriyle baktı ve bu indirgemeci sosyolojinin görülmesini emrettiği şeyi: hemen sadece ekonomik sınıfları gördü. Tersten söyleyecek olursak, ekonomi dışı kimlik ve alt-kimlikleri görmedi; olanca zenginliği ve karmaşıklığı içinde (ve başta din olmak üzere) kültürü görmedi, göremedi. Devrimin arzu edilirliği, tabii apayrı bir mesele. Ama bu varsayımla, sınıflara sınıfsallıkları içinde hitap ederiz ve devrim olur… sandı.
Oysa İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş sürecinde Türkiye, her zaman bir cemaatler toplumu oldu. Yatay sınıfları çeşitli camia ve cemaatler diklemesine kesti; çeşitli sınıfların parçacıklarını kendi içlerinde birleştirdi ve kuşattı, kucakladı. İllâ din ve mezhep anlamında değil, yukarıda sözünü ettiğim daha genel ve gevşek anlamıyla da olsa “mahalle”ler, konumları belirlemek ve yer değiştirmeleri kısıtlamak suretiyle, bireysel tercihler üzerindeki bağlayıcılığını korudu. Saflar kolay kemikleşti; 1920’lerin Almanya’sında aşırı sağ ve aşırı solun birahaneleri nasıl ayrıştıysa, 1946 sonrasında Türkiye’de DP ve CHP, ardından AP ve CHP kahveleri benzer şekilde ayrıştı. Dahası, 1960’lar ve 70’lerde gene aşırı sağ ve aşırı sol militan gençlik kahveleri de aynı siyasal kültürün üzerine oturdu. Semtler, okullar, fakülteler, işyerleri, devlet daireleri… çeşitli fiziksel, cebrî ve psikolojik baskı yöntemleriyle hep aynı cendereye mecbur kılındı.
* * *
Kabul etmek gerekir ki, ordunun ve bürokrasinin milliyetçi-modernist devlet kuruculuğu gökten zenbille inmedi, sıfırdan zuhur etmedi. Sözünü ettiğim cemaatlilik halleri, toplumun dokusunda ciddî yoğunluk farkları, matlıklar, pürüz ve pürtükler yarattı. Ekonomik ve politik boyutlarıyla modernitenin yayılmasının önünde önemli sürtünmeler oluşturdu. Kapitalizmi yavaşlattı, demokrasiyi tutuk ve sarsak kıldı. Madalyonun bir yüzünde, geleneksel bir tarım toplumu ve hanedan devleti olarak Osmanlının çöküşü elbette kaçınılmazdı. Arkasından ağlayacak halim yok. Bıraktığı boşluğu ve yol açtığı retrospektif nostaljiyi, bir tarihçi olarak görüp anlıyor, ama reel anlamda imkânsız buluyorum.
Madalyonun diğer yüzünde, acı ama gerçek: Osmanlı sonrasında Türkiye, giderek daha zor yönetilir bir ülke haline geldi (demin değindiğim reaksiyoner, restorasyonist nostalji de buradan kaynaklanıyor). 19. yüzyılda yenilenen ordu ve bürokrasi, kendine bu sayede bir alan ve işlev buldu. 1908-18 ve 1923-50 arasında, toplumun fokurdayan tenceresinin üzerine demir bir kapak gibi kapandı. Etnik, dinî, mezhebî, siyasî… her türlü parçalılık ve cemaatliliği, şiddet ve şiddet imâsıyla zaptürapt altına aldı. Korkuyla karışık bir saygı yarattı. Buna karşılık 1950-60, 1961-71, 1974-80, 1983- 97 dönemlerinde demokrasi, son tahlilde cemaatli parçalılıktan — azamîcilikten (maximalism), boyölçüşmecilikten (confrontationism), imhacılıktan (annihilationism), herkesin kendine demokratlığından — kaynaklanan nedenlerle iyi işlemedi. Zaman içinde ilerledi gerçi. Ama bir türlü, bütün toplumu kucaklayan olgun bir demokrasi kültürünü kuramadı, oturtamadı. Bu da 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980), 28 Şubat (1997) ve 15 Temmuz (2016) darbeleri veya darbe girişimlerinin kâh zemini, kâh bahanesini oluşturdu. Sağı ve soluyla sivil toplum, bu müdahalelere karşı nadiren ve çok sınırlı ölçüde birleşebildi. Daha çok, kâh şu kâh bu kesimiyle darbenin kanadı altına girip oradan (geleneksel düşmanı saydığı-sandığı) diğer tarafa şimşekler yağdırmaya meyilli oldu.
* * *
Başka bir deyişle, ülkemizde kutuplaşma o kadar yeni bir olgu değil. Hattâ şimdiki kutuplaşmanın geçmiştekilerden daha vahim boyutlara ulaştığından bile emin değilim doğrusu. En azından, daha önce hiç görülmedik olgu ve tezahürlerle çıkageldiği kanısında değilim. Yalnız şu var: memleket 2002-2012 arasında çok daha iyi şeylere alıştığından ve beklentileri beş yıl önce doruğa ulaştığından, şimdi net bir hayal kırıklığı söz konusu. Zira kabaca 2002-2012 dönemi, yani AKP’nin ilk on yılı, Tanzimat’tan beri içimize işlemiş bulunan (cemaatlilik türevi) sosyo-kültürel kutuplaşmanın — ve genel olarak kutuplaşmacılığın — hem de hızla aşılabileceği, nitekim herhalde aşılmakta olduğu ve yerini o kapsayıcı, kucaklayıcı, hoşgörülü, olgun demokrasi kültürünün alacağı umudunu kuvvetle yaratmıştı.
Olmadı; süreç tersine döndü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Churchill, ABD’nin Missouri eyaletinin küçücük Fulton kasabasındaki daha da küçük Westminster College’de 5 Mart 1946’da yaptığı diploma töreni konuşmasında, Avrupa’nın ortasıunda bir Demir Perde’nin yükselmekte olduğunu söylemişti. Türkiye’de de siyasî-askerî değilse de ruhsal, zihinsel ve siyasal bir tür demir perde 2012-13’ten itibaren tekrar yükseldi, tarihsel yaralarının sarılabileceği işaretini veren toplumu bir kere daha böldü ve güvenlik, dolayısıyla otorite tercihini de bu bölünmenin üzerine oturttu. Malûmu ilâm kabilinden olacak ama, bu yeniden bölünme ve yeniden kutuplaşmada başrolü, kendisi de aşırı politize olan ve sahiciliği kalmayan; siyasetin kavgalarını devralırken medya olarak kendi alanını kaptıran ve güvenilirliğini yitiren bir tür “yeni medya” oynadı. Halen de gerçeğin filtrelenmesi ve karşılıklı nefret dilleri, “sürüden ayrılanı kurt kapar” düsturu doğrultusunda, mahalleliyi “biricik” mahallesinin sınırları içinde tutmayı amaçlıyor.
Ama aslında bu bile çok yeni sayılamaz. 4 Aralık 1945 Tan Baskını, 1951-52 TKP tevkifatı (ve duruşmasının başlaması), ya da 6-7 Eylül 1955 yağma ve linç girişimlerine eşlik eden sözlü-yazılı basın pogrom’larında olsun; 1960, 1971 ve 1980 darbeleri ile 28 Şubat 1997 karşısında medyanın hizaya girip hazırolda durması ve selâm çakmasında olsun; “Andıç” skandalında, yani Şemdin Sakık’ın sahte ifadelerinin 25 – 26 Nisan 1998’de Hürriyet ve Sabah tarafından iki gün boyunca yayınlanmasında olsun… Benzer bir zehirlenmenin örnekleri geçmişte de hep mevcuttu.
* * *
Peki, bu darlıktan, bu kapanmışlıktan nasıl çıkılabilir? Demokrasinin olmazsa olmazı, orta yurt veya ara zemin. Siyaset sahnesinin merkezi ne kadar geniş olursa demokrasi o kadar sağlıklı; tersine, merkez ne kadar küçülür ve kitleler aşırı uçlara kayarsa demokrasi o kadar sağlıksız oluyor. Ara zemini yeniden kurmak ve genişletmek çok zor, büyük sabır isteyen bir iş. “Öteki”ne, diğer tarafa el uzatmak mümkün mü? İnsanların, grupların, kurumların küçük küçük de olsa ortaya hareketlenmeleri açısından, bugün ne gibi adımlar atılabilir?
Aklıma gelenleri söyleyeceğim, ama önce son bir gözlem, belki çok sık yapılmayan bir gözlem. Kutuplaşma ve yeniden-cemaatlaşma simetrik değil. Türkiye’yi bu noktaya öncelikle laiklerin, Kemalistlerin, derece derece solcuların, vesayetçilerin kibiri ve uzlaşmazlığı itti. Bütün 1990’lar boyunca ve sonra 2002’den itibaren, yeni realiteleri bir türlü kabullenemediler. Cumhuriyetgazetesi bünyesinde Oktay Akbal’ın temsil ettiği, “bunlar bir kere yerleşirse bir daha gitmezler, onun için de ne pahasına olursa olsun, bir an evvel kurtulmamız lâzım” diye özetlenebilecek çizgiye girdiler. Aynı kafadaki pek çok yüksek bürokrat bu yüzden “sıfır işbirliği” tavrını benimsedi. Deniz Baykal’ın CHP’sinden başlayıp, emekli generallerden, Atatürkçü Düşünce derneklerinden ve esrarengiz Kuvayı Milliyecilerden (ya da Özel İstihbarat sitelerinden) geçerek, alenen faşistleşen İşçi Partisi’ne (şimdi Vatan Partisi), ve sair aşırı sola kadar bütün muhalefet, devirmeciliğe kazık çaktı. Kavgayı demokratik siyaset dışında olabilecek bütün mecralara taşıdılar. “Ordu göreve” çağrılarından, Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu’lardan, Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç’lerden, YÖK ve ASAM’lardan; yerine göre AKP’yi sürekli dışarıya şikâyet etmekten, Batıyı bir şekilde müdahaleye çağırmaktan; aşırı sol bağlamında PKK-BDP-HDP’den medet umdular. Neredeyse yirmi yıl boyunca, jeton bir türlü düşmedi. Yeni bir muhalefet tarzı bulamadılar.
Ne elde ettiler? Ne oldu, nereye vardı? Şimdiki durum bütün bunların bedeli ve karşılığı bir bakıma. Buna rağmen, olanca kibir ve üsttenciliklerini el’an koruyor; dindarları, Müslümanları, muhafazakârları, toplumun en az yüzde 50’sini, belki yüzde 70 kadarını, ancak sosyal ırkçılık diye tarif edilebilecek ölçülerde horlamayı sürdürüyorlar. Hiç akıllanmadılar, akıllanmıyorlar bu açıdan. AKP’ye siyasal karşıtlıkları ile AKP’ye oy veren kitlelere olan kültürel karşıtlıklarını özdeşleştiriyor, çakıştırıyorlar. Sözünü ettiğim asimetri bu işte. Bugün dahi laikler dindarlara hiç bakmıyor; onları görmeye, anlamaya, hissetmeye çalışmıyor. Oysa ilginçtir; seçimler bir yana, dindar ve muhafazakârların ana kitlesi gene de laiklere ve/ya Batıya daha fazla bakıyor; horlanmak istememekle birlikte öyle derin ve intikamcı bir düşmanlık da duymuyor. Kilit bazı medya yöneticileri ve bir takım ideologlar ile etkiledikleri (dar ve sınırlı) kesimler farklı kuşkusuz. MHP de farklı, İYİP de. Ama örneğin Mehruze Keleş’in Sultanbeyli pazarında Ekrem İmamoğlu’na söyledikleri bu açıdan ilginç. İşin “sana oy vermem” tarafı üzerinde çokça duruluyor da, “sana börek yaparım” boyutu üzerinde pek durulmuyor.
Oysa düşündürücü, zira siyasetin en üst kertesi dışında, hayatın diğer alanlarında “birlikte bir şey yapma”nın kapısını açıyor (veya açık tutuyor). Siyasî karşıtlıkla insanî düşmanlığı birbirine karıştırmıyor. Bu açıdan, bu noktada, akılsızlığın büyük bölümü dindar-muhafazakârların değil laiklerin tarafında.