Memleketçe, her gün her dakika fiyatları konuşuyoruz bugünlerde. Susmak, unutmak istiyoruz; konuşmayalım diyoruz. O sırada tüpçü geliyor, öncekini 120 liraya aldığımız tüp için 260 lira ödüyoruz; hadi bakalım başlıyor bıktırıcı muhabbet. Gerçekten şok yaşanıyor güzide ülkenin her köşesinde. Aslında şakaya gelir tarafı yok. Böyle hızlı, böyle toplu bir yoksullaşma yaşanmadı bu memlekette. Bir yerlerde avuç içi kadar bir çevre zenginleşiyor da olabilir, ama orta üst sınıftan başlayın, piramitin altına kadar inin; ezici çoğunluğun durumunu düşünün. Ağır bir çöküş var, bu çok açık…
Böyle bir sahne, dünyanın her “normal” ülkesinde mevcut iktidarı silip süpürür. İnsanları tutamazsınız, sandığı kaçıramazsınız, kürsülere kolay çıkamazsınız. Tarih olursunuz ve doğrusu pek iyi hatırlanmazsınız.
Ama öyle olmuyor. Bunun, tartışılmaya değer birden çok nedeni var. 2000’li yıllar boyunca tanık olduğumuz tarihsel, sosyo-politik güç değişimleri; kimlik politikalarının ördüğü duvarlar; siyasal kültür; muhalefetin performansı ve belki bütün bunların da üstünde sistematik biçimde tırmandırılan tehdit ve baskıların yarattığı atalet ve gerçek tercihlerin gizlenmesi … Bunların hepsi etkili.
Ben daha çok Erdoğan’ın performansına diktim gözümü.
Türkiye’de kabaca son yetmiş yılda hiçbir siyasi lider böyle uzun bir süre, bu kadar görünür, bu kadar gündemde, bu kadar merkezde olmamıştır. Yani, bir hayli tanıdığımızı sanıyorum kendisini. Herkes gibi ben de, kendimce bazı kanaatler biriktirdim onun hakkında.
Öncelikle şunu ifade edebilirim: Erdoğan, Türkiye siyasetinde tanıdığımız belli başlı liderlerle karşılaştırıldığında entelektüel kapasite, bilgi birikimi açısından sanıyorum üst sıralarda yer almıyor. Tarih, ekonomi, siyaset teorisi, hukuk, yabancı dil, sanat, edebiyat gibi hepimizin âşinâ olduğumuz bilgi sektörlerinden söz ediyorum. Buralarda; Demirel, Ecevit, Özal, Erbakan, Çiller, Baykal, Erdal İnönü, Demirtaş (hattâ, elim yazmaya gitmiyor ama Perinçek) kadar bir müktesebatı olduğunu düşünmüyorum. Yirmi yılda aldığım işaretler böyle. Bunu asla kendisini küçümsemek için söylemiyorum. Sadece toplum üstündeki etkisinin kaynaklarını analiz etmeye, anlamaya çalışıyorum. Zaten, bu kadar süredir bunca badireden geçen ve iktidarı elinde tutan bir siyasetçiyi küçümseyen taş olur.
Erdoğan’ın zaman zaman iddia edildiği gibi “siyasi bir deha” olup olmadığı da siyasetten ne anlaşıldığına bağlı. Pragmatik manevralarına, ittifak değiştirmelerine çokça tanık olduk ama bunlara bakıp kendisine “siyasi ustalık” rütbesi vermek, siyaset dediğimiz faaliyeti ne pahasına olursa olsun gücü korumak diye anlamaktır. Oysa siyaset yapmak, toplumun majör sorunlarını çözme iddiasına sahip olmak demektir. Toplumsal refah; iyi işleyen, güçlü, güvenilir bir hukuk sistemi; etnik, dinsel ayrımcılığın tasfiyesi; özgürce tartışabilen bir toplum; nefret kümeleri yerine duygu ortaklığı… Bütün zorluklarına rağmen bunlarda başarılı olmanın yollarını bulabiliyorsanız üstün bir siyasi akıl ve yetenek sahibisiniz demektir. Yola bu iddialarla çıkılmadı mı? Bu ölçüyle bakıldığında Türkiye’nin 20 yıl sonunda karnesi nedir?
Peki, Erdoğan’ın siyasi macerası nasıl bir yol izledi?
Başka kırılma noktalarını da örnek verebiliriz ama ben üç tanesini seçeyim: Bir, Gezi olaylarında seçtiği yön. İki, FETÖ belâsına karşı, kendisini de çok şaşırttığını sandığım 17-25 Aralık darbe girişimine kadar gösterdiği aymazlık; Cemaatin gerçek niteliğini kavramaktaki yetersizlik. Üç, Bahçeli’nin etkin bir iktidar ortağı olmasını sağlayan ve temsil ettiği güçlere Erdoğan’ı nispeten bağımlı kılan 50+1 Başkanlık sistemini kabul etmesi.
Bu belli başlı tercihler, Erdoğan’ın siyasi bir dehadan çok, aşırı güç tutkunu ve az rastlanılır kapasitede bir “survivor” olduğunu gösteriyor kanımca.
Hâlâ özcü önyargılarıyla yüzleşmeyi aklından geçirmeyen bazı katı laiklerin sandığı gibi, Erdoğan’ın bu politik seçimlerini ideolojisi belirlemedi. Hepimiz biliyoruz ki ideolojik müktesebatı İslami öğreti içinde şekillenmiş bir siyasetçi kendisi. Milliyetçiliği ümmeti bölen kavmiyetçi bir sapma olarak gören, “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldığını” söyleten bir fikir ve değerler dünyasından geliyor. Nitekim son 25-30 yıl içinde Kürt ulusallaşmasına karşı Kürt sosyolojisi içinde alternatif siyasal güç yaratabilen tek Türk siyasetçisi olmayı başarabilmesini, bu kimliğine borçlu.
Bugün tanık olduğumuz; dış dünyayı varlığımıza kasteden düşman güçler olarak tahayyül eden sert otoriter milliyetçiliği popülist söyleminin merkezine yerleştirip, (Alper Görmüş’ün deyimiyle) üstünü az İslami motiflerle çeşnilendiren politik söylemi, onun ideolojik köklerinden bir sapma aslında — ve bunu ona yaptıran şey, iktidar tutkusu.
Özetle, onun “başarı”sının altında ideolojik sadakat, siyasal deha ya da entellektüel kapasite değil, hakkını verebildiği yeteneklerle donatılmış güç tutkusu yatıyor. Bu büyük “survival” kapasite sayesinde ideoloji ve politika değiştirmekte zorlanmıyor. Bir ustalık atfedilecekse kendisine, “koşullara adaptasyon ustalığı” uygun gözüküyor.
Buram buram otoriterlik saçan enerjisi, vücut diline ve söylemine tam yansıyan özgüveni, risklerden kaçmayan cesareti, ne söylerse söylesin, dinleyenlere, söylediklerinin doğru olduğuna dair kendi iç dünyasında sarsılmaz bir inanç taşıdığını düşündürten stili… Bunlar onu, kendisini sevmeyenlerin bile gözünde, kolay yenilmez bir irade; bir “survivor” oyunu ustasına dönüştürüyor. Hepimiz gördük ki iç ve dış politikada defalarca yön değiştirdi; bir zamanlar büyük bir inançla söylediklerinin tam tersi sözleri yine aynı inançla seslendirdi. Bu çelişkiler onun inandırıcılığını çok zayıflatmadı. Evet, hem bu rota değişiklikleri, hem aşırı keyfi hukuk tanımaz pratikler, muhafazakâr çevrelerden de tepki gördü. Nitekim bu tepkiler açıkça partileşmelere; muhalif söyleme de dönüştü. Fakat geniş kitleler söz konusu olduğunda bugün artık desteğinde bir aşınmadan söz edebiliyorsak, bunun esas nedeni, tanık olduğumuz çelişki, tutarsızlık ve hukuksuzluklardan ziyade ekonomi yönetimindeki irrasyonalitesi ve büyük başarısızlığıdır.
Başa dönersek; dünyanın her normal siyaset sahnesinde iktidarı darmadağın edecek bir çöküş yaşıyoruz. Bizde de gidiş öyle. Ama yine de hak ettiğinden ağır ilerliyor süreç. Bunun tartışılmayı hak eden “nesnel-tarihsel” nedenleri olduğundan da bahsettim. Ama ben Erdoğan’a baktıkça, sayısız siyasi dinamiğin içinde “lider profili” diyebileceğimiz etkenin de toplumların hayatında ihmal edilmez bir faktör olduğuna bir kere daha inandım.
İşte buna kader deniyor.
Survivorlığın değil demokratlığın, uzlaşmacılığın, daha az tutku daha çok sağduyunun makbul sayıldığı bir tarihte ve coğrafyada yaşamak isterdim.
Her şeye rağmen böyle bir kültürün burada da taşıyıcıları olduğunu biliyoruz.
Umut onlarda…