Etnik kimlik taleplerine yaslanan sorunlara dair iki genellemede bulunulabilir: Birincisi -hem geçmişte hem de günümüzde- bu neviden sorunların birçok devletin başını ağrıttığıdır. Zengin ya da fakir, gelişmiş ya da gelişmemiş /gelişmekte olan, demokratik ya da otoriter/totaliter olsun çok sayıda devlet mesailerinin ve kaynaklarının hatırı sayılır bir kısmını bu sorunları çözmeye hasreder.
İkincisi ise, özü bakımından siyasi olan bu sorunların altından yalnızca asayiş tedbirleri ile selamete çıkılamayacağıdır. Devletler genelde askeri olanaklar bakımından çok üstün bir konumda bulunabilir. En üstün teknolojik silahları elinde bulundurabilir. Çatışma alanlarına, karşısındakiyle kıyaslanmayacak kadar fazla personel sürebilir. Devletlerarası işbirliği kanallarını kullanarak karşısındakinin hareket kabiliyetini zayıflatabilir vs. Lakin etnik kimliği dillendiren ve şiddete başvuran örgüt/hareket eğer belli bir toplumsal desteğe erişmiş ise artık sadece savaşarak bir çözüme kavuşturulmaz. Devlet ile örgüt arasında kuvvet farkı devlet lehine ne denli büyük olursa olsun vurarak, kırarak, ölerek, öldürerek ne o örgüt bitirilebilir ne de bir sulha varılabilir.
“Üç beş çapulcu”
Türkiye bu gerçeği PKK meselesinde aslında çok da geç sayılmayacak bir vakitte fark etti. PKK, 1984’te silahlı mücadeleye başladı. 1990’lara kadar olan süre “üç beş çapulcu” edebiyatı ile geçti. Ancak PKK’nin bir toplumsal taban üzerine oturmaya başladığı 1990’ların ilk yıllarından itibaren devlet, PKK ile görüşme kanalları açmaya çalıştı. Özal, başta Talabani olmak üzere bazı aracılar üzerinden PKK ile temas kurdu. Nitekim bu girişimlerin neticesinde PKK, 1993’te ilk ateşkesini ilan etti.
Halefleri de Özal'ın açtığı yolu zaman zaman kullandılar. Öcalan’ın 1999’da yakalanmasına kadar olan dönemde Demirel de, Erbakan da, Kürt meselesini silahın cenderesinden çıkarmak için bazı hamleler yaptı. Öcalan’ın yakalanıp İmralı’ya konulmasından sonra inisiyatif tamamen askere geçti. 2002’de iktidar olan AKP’nin ilk yıllarındaki temel kaygısı iktidarını korumak ve tahkim etmekti. 2005’te Erdoğan’ın Diyarbakır’daki konuşması AKP için de bir dönüm noktası oldu. Kürt meselesinde devletin hatalarına vurgu yapan ve meselenin ancak daha fazla demokrasi ile çözülebileceğini belirten bu konuşmanın akabinde sorunu siyaseten çözmek için birçok girişimde bulunuldu.
Demokratik Açılım, Milli Birlik Kardeşlik Projesi, Oslo Süreci ve Çözüm Süreci bu girişimlerin önde gelenleriydi. Bunların her birinin kendi başına değeri olmakla birlikte Oslo ve Çözüm Süreci’nin yeri bir başkaydı. Zira hem müzakerelerin çözüme temel teşkil edecek bir derinlik taşımasında hem de çözümün toplumsallaşmasında son iki süreçte çok ciddi bir yol alınmıştı.
Cumhuriyet tarihinin en değerli projesi
Hâlâ aynı kanıdayım; çözüm süreci Cumhuriyet tarihinin en değerli ve en önemli projesiydi. Çünkü öngörüldüğü gibi süreç barış ile nihayetlenseydi, Türkiye hem maddi ve manevi kaynaklarını doğru yönde kullanma imkânına kavuşur hem de gerçek bir demokrasi olma yolunda devasa bir mesafe kaydetmiş olurdu. Ne yazık ki olmadı; en çok yaklaşıldığının hissedildiği bir anda barış avucumuzun içinden kayıp gitti.
Süreç yıkıldı ve hepimiz altında kaldık. Manzara, baştan itibaren sürece karşı olanların ekmeğine yağ sürdü. Siyasi bir çözüm aramanın yanlışlığının kanıtlandığını söylediler. Bugün yaşanan sıkıntıların süreçten kaynaklandığı belirttiler. Çözüm çabalarını ihanet ile eşdeğer tuttular. Ve bir daha böyle bir yola tevessül edilmemesi gerektiğini daha bir şevkle dillendirmeye başladılar.
Beklenmeyen bir durum değildi bu. Çözümü silahta görenlerin, demokratik arayışlara karşı çıkmaları normaldi. Normal olmayan ise geçmişte süreci cansiperane savunan bazı kesimlerin aldıkları tavırdı. Kimi sessiz kalmayı yeğledi, kimi ise süreç karşıtı bir noktaya savruldu. Kısa bir süre öncesine kadar demokratik çözüm çabalarının faziletlerinden bahsedenlerden bazıları “son terörist ölünceye kadar” söyleminin yılmaz savunucusuna dönüştü.
Oysa tersi olmalıydı. Tam da bu zor zamanlarda siyaset öne çıkarılmalı, çözüm sürecinin arkasında yatan gerçeğe -siyaset olmadan çözüm olmaz gerçeğine- sahip çıkılmalıydı. Süreç objektif bir şekilde analiz edilmeli, tıkanmaların nedenleri sorgulanmalı, aktörlerin hataları su yüzüne çıkarılmalıydı. Ama bu yapılırken sürecin kazanımları da anımsatılmalı ve kesin bir dille siyasi bir çözümün arkasında durulmalıydı. Maalesef bu imtihandan geçen kişilerin sayısı son derece düşük oldu.
“Oslo, kanın durdurulması için yapılmış bir hadisedir”
Sürecin günah keçisine dönüştürüldüğü bir ortamda nihayet makul bir ses ortaya çıktı. Meclis’teki 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na bilgi veren MİT’in eski müsteşarı Emre Taner ders niteliğinde uyarılarda bulundu.
Taner her şeyden önce Kürt meselesine demokratik çözüm bulma gayretlerinin “ihanet” olarak yaftalanmasına karşı durdu. Taner’e göre ne Oslo ne de Habur bir ihanetti. Oslo, Kürt meselesini yabancıların etkisinden çıkarmak için devlet aklının aldığı bir karardı. “Oslo, bir ihanet değildir, bunu söyleyenler yanılır. Her yerde sapına kadar konuşurum bunu, sonuna kadar konuşurum. Oslo, ihanet değildir; Oslo, bir kanın durdurulması için yapılmış bir hadisedir.”
Taner’e göre Oslo görüşmelerinin deşifre olmasında FETÖ’cülerin rolü vardı. Çünkü Gülenistler, Kürt meselesinin mevcut hükümetin eliyle çözülmesinden rahatsızlık duyuyorlardı. Aynı şekilde sürecin bozulmasında da FETÖ’cü polislerin parmağını görmek mümkündü. Lakin sürecin başarısızlığa uğraması sadece FETÖ’cü etkisine bağlanamazdı; devlet çözümü sağlayacak dört başı mamur bir plan üretememişti. “Örgüt elemanları ile yüz yüze görüştüm. Dağda emeklilik yok, dağda ölüm var. Bunu biliyorlar, yanaşmak istediler fakat yapamadılar. Çünkü önlerine doğru düzgün bir yol haritası koyamadık.”
Taner’in bu değerlendirmesi, sürecin yıkılmasını tek taraflı okumanın ve bütün sorumluluğu aktörlerden birine yüklemenin yanlışlığına işaret etmesi bakımdan mühim. Yani ortada bir başarısızlık varsa -ki var- bunun mesulü, yalnızca bir taraf değil, her iki taraftı.
Seçime endeksli süreçler
Gelinen aşamada cevabını arayan iki önemli sual var: Birincisi, yeni bir sürecin mümkün olup olmadığıdır. Taner, öncelikle içinde bulunulan koşulların yeni bir sürece başlamayı güçleştirdiğine işaret etti. “Şimdi öyle bir noktaya gelindi ki ‘hadi gelin, oturun, konuşalım’ diyecek noktada değilsiniz. Bir ortak akla ihtiyaç var… Siyaset aklının devreye girmesi lazım.”
İkinci soru ise, devreye girmesi gereken bu siyasi aklın nelere dikkat etmesidir. Taner, burada iki hususa değindi: Biri, çözüm süreçlerinin geniş tabanlı ve uzun vadeli olarak düşünülmesi gereğidir. Bu meyanda doğru olan, sürece parlamentonun dahil edilmesi ve sürecin kısa vadeli siyasi çıkar hesabıyla yönetilmemesiydi.
“Eğer bu olsaydı (süreç parlamento tarafından yöneltilseydi) Habur faciası yaşanmazdı, Oslo yaşanmazdı, belki de bu ölçülerde yaşanmazdı. Bu, o dönemde siyasi iktidarın kendi tercihi ve anlayışı çerçevesinde aldığı bir kararla ‘Şimdilik, böyle yürüsün’ tarzında planlandı. Başka bir art niyetin olup olmadığı konusunda zaten konuşmaya yetkili değilim ve o dönemde birçok seçim vardı o kadarını söyleyeyim. Birçok seçim Türkiye’nin eylemsiz günlere ihtiyacı vardı, biz bunu sağladık. Kâfi mi?”
Ölümleri sınıflandırmak
Taner dikkat çektiği bir diğer can alıcı nokta ise ölümleri sınıflandırmanın ne kadar büyük bir yanlışa tekabül ettiği ve çözümü imkânsızlaştırdığıdır. “İnsanlar ölüyor. Şimdi burada ölüler sadece şehitler olarak anılıyor. Değil. Dağda da ölenler var. Çok miktarda insan ölüyor, bunlar korkunç yaralar şu anda. Her ölünün ailesinden 4 kişi ertesi gün dağa çıkıyor. Sayın İlker Paşam bunu söyledi: Dağa çıkışları niye engelleyemiyorsunuz? Bu ölümler devam ettiği sürece dağa çıkışları engelleyemezsiniz. Ailesinden 10, 15 adam ölmüş, 20’si de dağda. Çocuklarının adını bilmeyen insanlar var.”
Taner, önemli bir isim; uzun yıllar boyunca devletin en derin bilgilerine ve sırlarına vakıf olmuş ve bunları yönetmiş bir bürokrat. Belki başkaları kolaylıkla itham edilebilir. Üzerlerine birtakım klişe etiketler yapıştırılıp söyledikleri bu etiketler üzerinden itibarsızlaştırılabilir. Ama Taner’in geçmişi müsaade etmez. Herhalde kimse kalkıp da onu “vatan haini” ya da “bölücü” olmakla suçlayamaz. Taner’in kimliği söylediklerinin üzerinde daha çok düşünülmesini zorunlu kılar.
İçinde bulunduğumuz lanetli anafordan ancak çoktandır hasret kaldığımız bu tür makul seslerin çoğalmasıyla çıkabiliriz.