[8 Ocak 2017] Her tarafımızı saran siyasî kutuplaşmacılığın nelere yol açabileceği konusunda bir uyarı (isterseniz tarih “dersi” deyin) İlkçağın “Pirus zaferi” kavramından geliyorsa, bir diğeri de çok daha yakından, 19. yüzyıl ortalarından ve doğrudan doğruya Marksizmin kurucularından geliyor.
Bu önemli, çünkü özellikle 20. yüzyılın başlarından; Bolşevik Devriminden ve (reformcu) sosyalizm ile (ihtilâlci) komünizm arasında (ne kadar talihsiz olduğu çok sonra anlaşılacak olan) yol ayırımından beri, kendini Leninist sayan ve III. Enternasyonal’de bir asalet vehmeden solun kültürüne mutlak bir çatışmacılık hükmediyor. Geri dönüp 1930’ların, 50’lerin, 60’ların parti ve fraksiyon literatürlerini yeniden okuyabilirseniz (tahammül edebilirseniz, paradigmanın dışına çıktığınız anda inanılmaz derecede yavanlaşan o sıkıcılığa), bütün “çelişkiler” habire “keskinleşmekte.” Bu da iyi bir şey, çünkü çelişkiler ne kadar keskinleşirse devrim de o kadar yakın demek. Başka türlüsü gelmiyor akla. Uzlaşma mı dediniz? Çok ama çok kötü bir şey. Derhal “sınıf uzlaşmacılığı”nı, “burjuvazi” tarafından “satın alınma”yı, hâkim sınıflara kul köle olmayı çağrıştırıyor. Onu, yapsa yapsa, gelişmiş ülkelerde emperyalizmin sağladığı süper-kârlardan küçük de olsa pay alan “işçi aristokrasisi” yapar. Lenin öyle demiş ya bir kere; “biz” de 1910’lardan bu yana papağan gibi tekrarlar ve “asla uzlaşmayız” (mı), koşullar ne olursa olsun. Dahası, her yönde katılık ve dogmatizm yayarız. Nitekim bu fikirler Kemalizmden bize değil, bizden Kemalizme ve CHP’ye geçer (bir amcam vardı, rahmetli, parmağını kaldırıp duvardaki Atatürk portresini gösterir ve epik-dramatik bir tavırla “O asla uzlaşmadı” diye bağırırdı; oysa Mustafa Kemal’in bütün stratejisi yerine göre kritik uzlaşmalarla doluydu). Böyle böyle, sonunda onları da kendimize benzetir, teorinin cenderesine alır, pozitif öneriler üzerinden ve gerektiğinde uzlaşarak siyaset yapamaz duruma düşürürüz. Ve gurur duyarız bu zihinsel etkimizin yaygınlığından.
Kendimize (sosyalizm tarihine) dışarıdan bakamadığımız için farkında değilizdir ama, hepsinin ardında, 19. yüzyılın ikinci yarısında başgösteren zihinsel sertleşmeyi, aşırı sağ gibi aşırı solun da bir tür kavga ve savaş idealizasyonu üzerinden yaşamış olması yatar. Kapitalizm koşullarında ve bilhassa Hobsbawm’ın “Sermaye Çağı”nda, artık herkes hayatı “hayat mücadelesi” diye algıladı. Piyasadaki mücadeleden hareketle başka modeller kuruldu. Darwin doğal yaşamı “cins ve türlerin mücadelesi” olarak gördü; Marx toplumsal yaşamı “sınıfların mücadelesi” olarak gördü. Darwin’i bir de Sosyal Darwinistler çarpıttı üstelik; ırklar ve milletler de aynen bitki-hayvan türleri gibi sonsuz bir üstünlük kavgası içindedir dediler. Lenin ve kuşağı da klasik Marksizme aynı abartıyı getirdi bir bakıma; “savaş” ve “kavga” kavramları her yere nüfuz etti; mücadele fikri hem mutlaklaştırıldı, hem “savaş/ım”a dönüştürülerek iyiden iyiye militarize edildi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası komünist hareket barış sözcüğünü dilinden düşürmezdi gerçi. Barış kongreleri yapılır, barış nişanları verilir, barış dernekleri kurulurdu. Hepsi bir illüzyondu, bir tür yanlış bilinçti, ya da bir riyaydı. Amaç (sadece) Amerika’yı ve Batıyı saldırgan, Sovyetleri ise barışçı göstermekle sınırlıydı. Sol barışçı değildi aslında. Kendi içinde, çevresiyle ve insanlıkla ilişkilerinde, varoluş tarzı itibariyle yumuşak bir barış kültürü ve zihniyetine sahip değildi. Sertti, kavgacıydı. Hele Türkiye’de! Enver Gökçe’nin “dost dost ille kavga” dizesi; Yılmaz Güney hayranlığı; en kötü şekliyle Nihat Behram’da tezahür eden, ama aslında bütün bir kuşağın paylaştığı mavzer – çapraz fişeklik – Celali – efe – eşkiya romantizmi, aslında solun ve solcuların ruhundaki barışmazlığı, savaş ve kavga estetiğini oldukça iyi yansıtıyordu.
Bütün o miras reel olarak çöktü gerçi. Çöktü ve bir daha canlanmayacak, geri gelmeyecek. Buna rağmen, eşantiyon mertebesine inmiş kırıntılarındaki dar kafalı, at gözlüklü, burnunun ucunu göremeyen didişmecilik sürüyor ve kendi küçük mahfillerinin ötesinde, 1960 ve 70’lerin sol kültürüyle bilinçaltı ilişkisini belli belirsiz sürdüren laik orta sınıfları dahi etkilemeye devam ediyor. Buna karşı, Marksizmin en ikonik metninin hemen ilk sayfasına dönmekte yarar olabilir. İki genç entellektüel olarak Karl Marx ve Friedrich Engels 1848’de Komünist Manifesto’yu yazıp yayınladıklarında, biri henüz 30, diğeri 28 yaşındaydı. Çok bilgiliydiler, çok zekiydiler, büyük sezgileri ve büyük yanlışları vardı. Bazen, hattâ çoğu zaman, her ikisi içiçe çıkageliyordu.
Manifesto’nun I. Burjuvalar ve Proleterler bölümünde, örneğin, bütün bilinen insanlık tarihinin “sınıf mücadelelerinin tarihi” olduğunu ilân ediyor, dolayısıyla indirgemeci bir sosyoloji kurmuş oluyorlardı. Bunu izleyen cümlenin ana fikri “hür vatandaşlar ile kölelerin, patriçiler ile pleblerin, senyörler ile serflerin, lonca ustaları ile kalfaların, tek kelimeyle ezen ve ezilenlerin” çağlar boyu sürekli bir karşıtlık içinde yer aldığıydı. Ancak bundan sonra, bu kâh açık kâh örtük mücadelenin nasıl sonuçlanacağı (geçmişte nasıl sonuçlandığı) konusunda iki alternatiften söz ediyorlardı. Ya devrim olmuştur diyorlardı, ya da çatışan sınıfların hepsi birlikte mahvolmuş (the common ruin of the contending classes), ortak bir çöküşe sürüklenmiştir.
Siz isterseniz o indirgemeci sosyolojiyi reddedin veya genişletin; toplumu illâ sınıflardan ibaretmiş gibi düşünmeyin; “çatışan sınıflar” yerine “çatışan kesimler, zümreler, farklı ideolojiler, etnik ve dinî gruplar, siyasî partiler” deyin. Sonuç değişmez. Burada azamicilik, boyölçüşmecilik ve imhacılık hakkında çok önemli bir uyarı söz konusu. Ne ki, kimsenin kulak asmadığı bir uyarı gibi. Filhakika bu cümle parçacığı 168 yıldır Manifesto’nun o en ünli birinci (Burjuvalar ve Proleterler) bölümünün, inançlı okuyucular tarafından en az farkedilen, en az anlaşılan, üzerinde en az düşünülen sözcükleri olsa gerek.