Marx’ın takipçileri onun fikirlerinde bir yanılma veya yanlışlık olabileceğini asla düşünmez. Marx’ın cümlelerine âdetâ kutsal kitaplardan parçalar gibi muamele eder. Onlara yapılacak bir göndermenin noktayı koyup her tartışmayı bitirdiğini düşünür. Oysa Marx’ın fikirlerinde hem teori hem tarih tarafından yanlışlanmış birçok nokta vardır.
Aslında Marx iddialı lâflarına rağmen insanı da piyasa denen olguyu da pek anlayamadı. Olanı anlamaya çalışmayı aşıp, olması gerekeni belirlemeye çalıştı. Belki de iyi niyetliydi, ama yanlış temellere yaslanınca neredeyse tüm kehanetlerinde yanıldı. Bu kadarla kalsa iyiydi. Marx’ın yazılarının tarihi belirlediğine inananlardan müteşekkil ideolojik hareketler birçok ülkede devlet felsefesini oluşturdu ve önceki yazılarımda bahsettiğim felâketleri yarattı.
Aşağıda, büyük ölçüde (kendisi de eski bir Marksist olan) iktisat profesörü Richard Ebeling’in yazılarından istifade ederek, Marx’ın insan ve piyasa hakkındaki bazı yanlış çıkmış, çürümüş ve çürütülmüş fikirlerine işaret edeceğim.
Önce bir noktaya dikkat çekelim. Marx tüm fikir hayatı boyunca komünist değildi. Sonradan komünistliğe kaydı. 1818’de doğan Marx 1842’ye — yani 20’li yaşlarının ortasına — kadar komünizme karşıydı. Ekim 1842’de Rheinische Zeitung dergisinin editörü oldu. Bir yazısında şöyle dedi: “ Rheinische Zeitung… mevcut biçimleriyle komünist fikirlerin teorik bir gerçekliğe sahip olduğunu bile kabul etmez ve bu yüzden onların pratik realizasyonunu hiç arzu etmez, hattâ (bunun) mümkün olduğunu bile düşünmez.” Marx 1843’te Prusya hükümetinin siyasal baskısı altında editörlükten istifa etmek zorunda kaldı. Sonra Paris’e taşındı. Bu hadise onun hayatında bir dönüm noktasıydı, çünkü ölene kadar yakın arkadaşı kalacak olan Friedrich Engels ile Paris’te tanıştı. Marx’tan farklı olarak Engels daha o zaman sosyalistti. Marx sosyalizmle burada daha yakından ilgilenmeye başladı; kollektivizmin bu en gelişmiş türünü derin bir inançla benimsedi. Kendi sosyalist teorisini yaratmak için çalışmaya koyuldu.
Kuşku yok ki hiçbir düşünür Tanrısal bir varlık değildir ve hiçbir kafa her şeyi sıfırdan başlatamaz. Marx her ne kadar ilerleyen yıllarda kendisini bir tür Zeus gibi görmeye başladıysa da, fikirlerini geliştirirken hep zamanındaki diğer düşünürlerden yararlandı. Ludwig Feuerbach ve Georg Hegel bu isimlerin en önemlileriydi.
Karl Marx Berlin’de öğrenci olduğu yıllarda Hegel’den diyalektik teorisiyle birlikte evrensel gelişme ve tarihi ilerleyiş fikirlerini öğrenmişti. Feuerbach’tan ise “mükemmelleşmiş” insan düşüncesini aldı. Sonra bunları kendi sistemine temel teşkil edecek şekilde yeniden yorumladı.
Feuerbach insanın nâmevcut bir tabiatüstü varlığa – Tanrıya — tapmak yerine kendisine tapması gerektiğini ileri sürüyordu. Bu yüzden, “doğru din” İnsanlığa Tapmak olacak ve mükemmelleştirilmiş insanın tabiatı değişecekti. Bu insan kendi menfaati tarafından yönlendirilmek ve onun üzerine odaklanmak yerine tümüyle diğerkâm (altruist) olacaktı. Başka bir deyişle, kendisine değil tüm insanlığa hizmet edecek; sadece kendisinin değil bütün insanlığın durumunun iyileştirilmesiyle ilgilenecekti. Neticede, düşünce tarihinde insanın mükemmelleştirilmesiyle ilgilenip bunun mümkün olduğunu düşünen birçok kimse vardı ve Marx da bu kervana Feuerbach aracılığıyla katılmış oldu.
Buradan hareketle Marx, mükemmelleş(tiril)miş bir insanın tabiatında olması gereken özellikler üzerinde durdu. Ona göre böyle bir insanda bulunması gereken üç şey vardı: otonom eylem potansiyeli, sosyal yönelim potansiyeli ve estetik takdir yetisi. “Otonom eylem” insanın ihtiyaç veya mecburiyetten değil arzu veya zevk için yaptığı eylemdi. Eğer bir insan nalbant tezgâhında yeteneklerini metale artistik bir biçim kazandırmak için yaratıcı şekilde kullanmak arzusuyla çalışıyorsa, bu “otonom eylem”di. Eğer aynı kişi nalbant tezgâhında hasat için bir pulluk yapmadığı takdirde açlıkla karşılaşma tehlikesi yüzünden çalışıyorsa, bu bir “zorlama” veya “sınırlama”ydı. Marx’a göre, yalnızca insanda, parçası olduğu komüniteyi geliştirme düşüncesi ve buna hizmet edecek bilinçli eylemleri gerçekleştirme kapasitesi vardı. Bu, insanın kişisel gelişme kapasitesini de arttıracaktı. Dolayısıyla, insanın kişisel menfaat güdüsüyle değil toplumsal yarar güdüsüyle hareket etmesi iyi bir şeydi. Buna karşılık insanın diğer insanlarla kişisel menfaat için birleşmesi, onun içindeki “sosyal” beni reddetmesi demekti. Bu yüzden egoizm gelişmiş bir insanda bulunmayacak, bulunmaması gereken bir hususiyetti. “Estetik takdir” potansiyeli de insanın nesneleri yalnızca kendileri için takdir etmesiyle ortaya çıkıyordu. Meselâ tabiatın tabiat hatırına, sanatın sanat hatırına takdir edilmesi bunun örnekleriydi. Böyle bir estetik takdir potansiyeli de insanın kişisel arayışlardan uzak durmasını gerektiriyordu. Bunu yapmamak, yani nesnelere sırf insanın kişisel gelişimine ne faydası olacağı açısından bakmak, nesnelerdeki “gerçek” estetik değerin değersizleştirilmesi anlamına geliyordu.
Feuerbach’ta bir “yabancılaşma” nosyonu da vardı. Ona göre, insanın kendisine yabancılaşması, insan “diğerlerini gözeten” olmaktan çıktığında vuku bulurdu. Yabancılaşmadan kurtulmak, kendine yönelik olmaktan çıkıp başkalarına yönelik hale gelmekten geçiyordu. Bu, insanın iç dünyasında, kendi içinde vuku bulacak bir şeydi. Marx yabancılaşma kavramını benimsedi ama onun sebebi ve giderilmesi konusunda farklı fikirler geliştirdi. Marx’a göre “yabancılaşma” zihinsel bir durum değildi; inanın içinde yaşadığı “objektif” kurumsal durumların (şartların) sonucuydu.
Marx insanı çevresinin bir ürünü olrak gördü ve kabul etti. Siyasal, sosyal ve özellikle ekonomik kurumlar, insanı ne ise o yapan şeylerdi. O zaman, insanı değiştirmek için o çevrenin değiştirilmesi gerekiyordu. Çevreyi değiştirince yeni bir insan ortaya çıkacaktı. Değiştirilmesi gereken şey ise kısaca kapitalizmdi. Kapitalizm, insanın ”hakiki” tabiatından ve insanî potansiyelinden yabancılaşmasının kaynağıydı.
Marx’a göre kapitalist toplumda, yani piyasalara dayanan sosyal düzende, yabancılaşma kendini üç şekilde açığa vuruyordu. En başta geleni, otonom eylemin bastırılmasıydı. Piyasada ne üretileceğini ve nasıl üretileceğini, bireyin kontrolü dışındaki güçler belirliyordu. Pazardaki birey o pazarı kontrol edemez, ona sadece reaksiyon verebilirdi. Pazar güçlerini kontrol edememesi, pazar güçlerinin insan üzerinde haricî bir kontrol kurmasına sebep oluyordu. Birey piyasaya hür arzusuyla değil, “ihtiyaç” yüzünden katılıyor ve cevap veriyordu. Piyasanın kötülüğü bundan ibaret değildi. Marx’ın berbat bir durum olarak gördüğü işbölümü de piyasayla tezahür ediyordu. İnsan işbölümüne iştirak etmeye zorlanmaktaydı. Hayatını kazanmak için buna mecburdu, mahkûmdu. Bu onu makinenin bir uzantısına, hesabına çalışmaya “zorlandığı” kapitalistin sahip olduğu makinaların kölesine dönüştürüyordu. İkinci olarak, diğer insanlara azalan bir ilgi söz konusuydu. Piyasada insanlar diğer insanlara amaç değil araç olarak muamele etmeye yatkındı. Onları kendi şahsî amaçlarının aracı olarak görüyordu. Diğer insanlarla amaçlarının takibi için gerekli gördüğü şeyleri elde etmek amacıyla ticaret yapıyordu. İş komünal bir “işbirliği” süreci olarak değil, bireyin istediği şeyler ile onun ticaret yaptığı diğer insanlar tarafından istenen şeyler arasında muhasım bir ilişki olarak görülüyordu. Son olarak, piyasada sınırlı bir estetik takdir söz konusuydu. Piyasada bireyler tabiata, kaynaklara ve insanın yarattığı şeylere zati olarak değer verilecek şeyler olarak bakmıyor; tersine, sırf pazarlanabilir nesneler olarak bakıyorlardı. Kişisel ihtiyaçlara ve amaçlara cevap verecek, onların karşılanması için kullanılacak araçlar olarak muamele ediyorlardı. Piyasa toplumunda şeylere, nesnelere sahiplenme, hayat kazanmaya yönelik ekonomik faaliyetin ana hedefi ve gayesi oluyordu.
Yukarda tasvir edilen, feci bir durumdu. Marx’a göre, insanı bu durumdan komünizm kurtaracaktı.