Konu: H.Berktay’ın “Somut siyasi eleştiriye karşı, dogmatik, apriorist bir savunma” yazısı; Ne devletin ne de direksiyonundaki iktidarların kendilerine dokunulmazlık bahşedecek ideolojik zırhlara ihtiyaçları var. Yeterince güçle tarihsel olarak donanmışlar zaten.


Berktay’ın yazılarıyla artık bizi alıştırdığı gibi her durumda iktidarı haklı çıkaran apolojist perspektifle değil, yazısının başlığında öne çıkardığı gibi siyasi perspektifle okuyabilirsek AKP’nin 2008’deki çarkı da anlam kazanacak. Cumhuriyetin kurucu aktörlerinin AKP’ye mesafesi; sadece başkalarının değil, AKP’nin de karşısında direnilemeyecek demek ki değiştirilemeyecek kadar köklü ve güçlü olduğu vehmedilen kurucu siyasi/ideolojik bir harçtı. Gerçekten de önce e-darbe girişiminin savuşturulması, ama esas olarak da partinin kurucularından A.Gül’ün cumhurbaşkanlığının engellenememesi o harcın zannedildiği kadar sağlam olmadığını toplumun diğer kesimleri kadar AKP’ye de gösterdi. AKP de o kurucu aktörlerin zaafını gösterdi. Dolayısıyla AKP kendi gücünün farkına o dönemeçte vardı. Öte yandan AKP ve lideri Erdoğan o tarihsel olarak .jpg)
Yüzyılın anakronik sorunlarından Kürt sorunundaki tıkanmanın anahtarının da bu düğüm noktasında olduğu kanısındayım. O yeni farkına vardığı kendi siyasi gücüyle devletin kurumsal gücünü birleştirip, bu kronik soruna da neşter vurabileceklerine samimiyetle inanıp işi devletin kurumsal meşruiyetiyle bütünleşmiş kendi siyasal gücünün sarhoşluğuyla parlamentoda yapmayı sindiremediği müzakereleri Oslo ve İmralı’da yapacak kadar ileri götürdükten sonra vazgeçmesi de başka türlü açıklanamıyor.
Şöyle de denebilir: 2008 dönemecinde siyasi gücünü devletin gücüyle birleştirmenin potansiyelinin farkındalığına eren AKP ve özellikle de örgütün nabız ve kapasitesini tanıyan lideri Erdoğan artık taze ve yenilikçi kalmanın şart olmadığını ve vakit kaybetmeden devleti yönetenlerin başından beri benimseyip devletin harcı haline getirdikleri Türk-İslam sentezi yörüngesine yerleşip bunu ayan-beyan kuşanmanın zamanı geldiğine kani oldular. Dolayısıyla Erdoğan’ın 2008’deki çarkının özcü/ahlaki açıklamaları kadar, (Zaten hiç demokrat olmamış, o değerleri benimsememişti. – ABD, AB, Cemaat, PKK vs.) oyuna getirildiği yönündeki pseudo – siyasi açıklamaları da aynı derecede açıklama gücünden yoksundur.
AKP ve Erdoğan’ın sonraki dönemeç 7Haziran’15 seçimleri ertesine gelince; bu seçim, her şeyden önce birinci parti olsa da AKP ve liderinin istediği sonucu alamadığı ilk seçimdi. 13 yıl (ömrü) boyunca tadılmamış bir yenilgiydi bu. Her yandan yorumun ortak kanısı çok galipli ama tek mağluplu (AKP) sonuç olduğuydu. Galiplerin içinde de barajı aşmakla kalmayıp skor tutturmuş HDP göğüs farkıyla öne çıkıyordu. H.Berktay’ın sebebini anlayamaacağım şekilde öncelikli sorun haline getirdiği “Savaşı yeniden kim başlattı?” (İlle de PKK) sorusunun perspektifini genişletmek için de iyi bir çıkış lafı etirdiğim nokta. Bu ilk yenilginin travması lideriyle birlikte AKP’yi yeni bir ikilem içinde bıraktı. Cesur çıkışlar yaptığı Kürt sorununda varlığını borçlu olduğu seçimlere ve parlamentoya mı, yoksa gerektiğinde seçimleri hiçe sayarak ya da askıya alarak da toplumu kontrol edebileceğini kanıtlamış devlete yaslanarak mı ilerleyecekti? İki ucu da riskli bir ikilemdi bu. Parlamentoya ve seçim aygıtına güvenmesi halinde HDP’nin yükselen profiline takılacak; Devlete yaslanmak için de teminatı ve omurgası diye bellenirken kendisini de hep diken üstünde tutmuş ordu ve yargıya başvurmak zorunda kalacaktı. 7 Haziran seçimlerini dünyanın gözü önünde yok sayıp, hep kendine karşı kullanılmış prosedürel manevralarla 1 Kasım’da tekrarlatması mükerrer seçimin sonuçlarına bakılarak kazanç hanesine yazıldı ama, öte yandan da bu tercih onu pek de tecrübesine sahip olmadığı bir alandaki oyuna, PKK ve illegalite ile mücadele alanına çekiyordu. Dolayısıyla Kürt sorunundaki hareket alanını seçim ve parlamento yerine devletin ordu ve yargı aygıtlarından yana tercih edince HDP yerine PKK ve KCK da tercih edilmiş oluyordu muhattap olarak. Sanırım PKK’nin işi yakın tarihi Paris Komünü’ne kadar giden sokak (barikat/hendek) odaklı şehir savaşlarına vardıramayacağı yönünde bir kestirimleri de vardı. Öte yandan ordu ve yargının yapabilecekleri de sınırlı ve zaten denenmişti. Ordu kağıt üstündeki orantısız gücüne rağmen oyunu nihayete erdiremiyor, yargı da milletvekillerini mecliste tutuklatmayı bile göze alarak kılını kıpırdatanı illegalite (terör örgütü) tarafına atmaktan başka şey bilmiyordu.
Gülen cemaatiyle problemli ilişki de, devlet kurumlarıyla teçhiz edilmiş siyasi gücü kullanma deneyimsizliğine bakarak anlaşılabilir. Siyasi statüsü ve formel bir kalıbı olmayan bir toplulukla, tamamı yeni ele geçmiş bir iktidarı teklifsizce paylaşmış olmanın pişmanlığıyla savrulunmuştur akranı olmayanı kendine rakip belleyip daha da büyütme çelişkisine. Sonraları, skandal bir diplomatik strateji olarak kendini nereden bakılsa marjinal bir örgüt olan PYD’nin eşdeğeri diye bu kez küresel diplomasi masasına sürmenin de bu akran karıştırma hatasının üst ölçekli tekrarı diye görebiliriz. Tabii hep “kendi” deyip geçiyoruz ama o “kendi” bir parti olarak AKP ve şahıs olarak lideri Erdoğan’ı aşıp vatandaşık bağıyla bağlı olduğumuz devlet haline gelince bütün dünyanın hasmı haline gelmiş olmanın risklerine de yaşamlarımız ve geleceğimizle ortak oluyoruz.
Nitekim cemaate standart eleştirileri “Siyaset yapacaklarsa parti kursunlar.” kinayesi cemaat tarafından “İş yapacaklarsa şirket kursunlar.” diye yanıtlanırken bu asimetrik siyasi ittifakın karşı cephelerden görünüşü dile getirilmiş oluyordu. Terör örgütü (mizah dergisi ağzını resmiyete aktarmayı dahi göze almış şekliyle FETÖ) yakıştırmasına kadar varacak inandırıcılıkla bağını kopartmış sertlikteki bu tutum ancak yargı ve baskı aygıtlarındaki iktidarını koşulsuzca paylaşmış olmanın ertesindeki travmayla açıklanabilir.
Berktay’ın vurguladığı gibi, tabii ki savaşın da sonucundaki sorumlulukların da iki tarafı var. PKK ve türevleriyle polis-ordu; HDP milletvekilleri ve iktidarın aydın muhalifleriyle ve terör örgütü propagandası çetelesiyle yargı ilgileniyor. Ama dünyadaki siyasi konjonktürün akış yönüne nasıl Türkiye karar veremiyorsa PKK de ne Kandil dağından ne de İmralı hapisanesinden Türkiye’deki siyasi akışları belirleyebilir. Seçim popülaritesini devlet aygıtlarının gücüyle teçhiz etmiş iktidar kim ne derse desin yegâne muhattabımızdır.
“1128’ler bildirisine yönelik eleştirilerimin neresi hatâlıymış?” diye başlatmış “Somut siyasi eleştiriye karşı, dogmatik, apriorist bir savunma” yazısını. Hayır hatalı değil düşüncesiz bulmuş ve onu dile getirmeye çalışmıştım önceki yazımda. O derece ki, “Her durumda terörün kaynağı devlettir.” dediğim yakıştırmasının kolaylıkla “terör propagandası” ihbarı anlamına gelebileceğini bile getirtmemiş aklına.
Benim baktığım yerden müphem olan Berktay gibi aydınların devlet safına koşulsuzca geçmeyi nasıl sindirdikleridir?.. Haydi bazı toy .jpg)
.jpg)
Nitekim, Cumhuriyetin kurucuları o mutlak devlet iktidarını devraldıklarında sermaye sınıflarının henüz iktidar paylaşacak gücü yoktu. Cumhuriyetin kurucu etnik-inanç (Türk-İslam) bileşiminin dışında olan üyeleriyle iyice cılız bir ticaret burjuvazisi sözkonusuydu. Mesela,19.yüzyıl ortasında ordunun modernleşmesine paralel olarak sıra ulusal pazarların ilk garantili kitlesel sanayi malı siparişi ünifomaya geldiğinde bu garantili ticaret potansiyelinin kokusunu alıp sanayi sermayesine sıçramaya heveslenecek sermaye tecrübesi görgüsü olan bir burjuva sınıfı nüvesi olmadığından bu fırsat kaçırılmış ve devlet Haliç’deki Feshane’yi kurarak ihtiyacı kendi karşılamıştır.
Sonrası zaten malum, sivil sanayi sermayesiyle burjuvasının bir devlet projesi olarak doğacağı 1950-1960’lara kadar sermayeyi biriktirtecek yaprak kıpırdamamış. Sanayileşme devlet eliyle ve ağırlıkla yeni başkent Ankara’yla karayolu mesafeli bir coğrafyada taşrayı fabrika kampüsleri vasıtasıyla modernleştirmenin misyonu da yüklenerek gerçekleşmiştir.

AKP iktidarının da Özal’ın başlattığı dünya kapitalizmiyle uyum sürecini sürdürmenin dışında yine Özal’la başlamış (Denizli kaplanları vs.) geri plandaki taşralı eşrafla siyasi örüntüyü pekiştirme beklentisiyle ittifak içine girmişlik dışında özgül bir sınıfsal pozisyonu olmadı.
Barış bildirisine değinmeden bitirmeyelim:
Barış bildirisi AKP kadar koşulsuz destekçileri için de kritik eşik oldu, çünkü devlet baskılarının en büyüğü ve faşizmin de eşiği fikirlerin yasaklanması değil, zorla söyletilmesidir. Haydi devleti yönetenler ile bekçilerinin o ikibin civarı aydınla çevresindekilere ille PKK ile ilgili kanaatınızı açıklayın baskısı yapmasını o gücü kullanmanın son durağı diye de görebiliriz de öne atılıp bu baskının ortaklığına heveslenmek de nesi? Hem de devleti vicdanların muhattabı mazlum; aydınları da o zulmün faili haline getirerek…


.jpg)