Ana SayfaYazarlarMeğer 3 - Yolsuzluk ve kapitalizm taşlamak

Meğer 3 – Yolsuzluk ve kapitalizm taşlamak

[11-12 Ocak 2014] Hayretle seyrediyorum; meğer (3) eski solcular da yolsuzluk konusunda ne kadar hassasmışlar; mutlak bir değer olarak ne kadar karşıymışlar yolsuzluğa. 17 Aralık operasyonu başlar başlamaz ulusalcıların, Atatürkçülerin, CHP-MHP muhalefetinin ve diğer “laik cephe” yanlılarının bunun üzerine atlamasını anladım da, eski solcuların çoğunlukla aynı davranışı göstermesini, geçmişten gelen bütün eleştirilerime, tahmin modelime, olumsuz beklenti ve öngörülerime rağmen, gene de çarpıcı buldum. Konjonktürel boyutuyla samimî değil; daha önce sözünü ettiğim AKP düşmanlığına, daha doğrusu ilk fırsatta AKP ile ipleri koparma aceleciliğine bağlı, kasıtlı, içten pazarlıklı ve oportünist bir tavır. Ama derin zihinsel kökleri de olduğu kanısındayım.Yolsuzluk elbet kötü. Elbet, hep mücadele edilmesi gereken bir şey. Ama hükümet devirme aracı olarak kullanılması, başka bir konu. Değişik olan, yolsuzluğun kendisi değil, bu yöntem. Bir kötülüğü normalleştirmek ve doğallaştırmak için söylemiyorum, ama (bu kadar klasik tarihsel materyalizm konuşacaksak), adına devlet dediğimiz konsantre-hiyerarşik iktidar biçiminin icadından bu yana, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist, her tür yönetim hep yolsuzlukla iç içe oldu. Yolsuzluk denen şeyi, devletin ekonomik süreç ve kaynaklara müdahale, dolayısıyla gelir ve servet dağılımını etkileme kapasitesi türetti. Roma patriçileri, kâh senatoyla kâh imparatorla ilişkilerini daha geniş çiftlikler kurmak; Ortaçağ soyluları ile Yeniçağ kâşif ve fatihleri, keza krala yakınlıklarını ya en büyük fiyefleri kapmak ve/ya denizaşırı seferlerine finansman sağlamak ve özel imtiyaz beratları edinmek için kullandı. Çağdaş kapitalizmin çıkar grupları, siyasal partiler ve parlamentolar içinde kendilerine taraftar bulmaya; bu yolla yasa ve yönetmelikleri olabildiğince lehlerine çevirmeye; en çok teşvik almaya, buna karşılık en az vergi ve (örneğin çevre üzerinden bütün insanlığa verdikleri zararlar için) en az ceza ödemeye yöneldiler.Geleneksel toplumlarda devlet ile ekonomi ve zenginlik o kadar yan yana, o kadar iç içeydi ki, bunun gibi birçok faaliyet suç bile değildi. Ancak modernite ile birlikte, piyasanın ve sivil toplumun gelişmesi sonucu, devlet ile ekonomi giderek ayrıştı ve bu alan ayrışmasını pekiştirip korumak için, aralarına bir bahçe duvarı gibi giren, yolsuzluğa karşı önleyici ve caydırıcı bir hukuk ortaya çıktı. Yolsuzluğu yok etmedi tabii. Ama sonuçta, ironiktir ki yolsuzlukla mücadelenin tek etkili çaresi, kapitalizmin demokrasi ile; özel mülkiyetin ve pazar ekonomisinin özgürlük ve şeffaflıkla dengelenmesi oldu. Buna karşılık, insanlığın eşitliği için yola çıkan sosyalist rejimler, birincisi, yolsuzluğun ana kaynağı olarak gördükleri piyasayı ve kapitalizmi ortadan kaldırmakla sorunu çözebileceklerini sandıkları için — evet, tam da bu nedenle — uzun vâdede hayatiyet bulamadı. Buna bir mim koyalım. İkincisi, yeryüzünde varolabildikleri görece kısa sürede bile, yolsuzluğun kendisinden kaçınamadı. Tersine, (a) çok geniş bir devlet mülkiyeti sektörü ve emredici bir merkezî planlama yaratmak suretiyle, devlet ile ekonomiyi tekrar (ve pre-kapitalist toplum biçimlerindekinden bile daha fazla) birleştirmek; (b) “proletarya diktatörlüğü”nün kuvvetler ayrılığından yoksunluğu; ve (c) şeffaflık ve demokratik denetim diye bir şeyin  olmayışı, olabilecek en kötü iktidar temerküzüyle birlikte, olabilecek en kötü yolsuzluk ve yozlaşma biçimlerini de beraberinde getirdi. Güya sınıfsız bir toplumun, ekonomiden değil parti-devletin kendisinden üreyen yeni hâkim sınıfının, Sovyetlerdeki adıyla nomenklatura’nın kârlı, kapalı ve karanlık yaşantısı, bizatihî yolsuzluk ve yozlaşmanın daniskası oldu. Buna karşı da, güçlü kişilerin politik rakiplerinin dosya biriktirip bir zaaf ânını yakaladıklarında patlatmasından başka mücadele yöntemi; Osmanlıyı andıran topyekûn müsadereler dışında rektifikasyon; demokratik ülkelerde düşünülemeyecek idam, ya da en azından ömür boyu hapis gibi cezalar dışında müeyyide kalmadı.Osmanlı İmparatorluğu’ndan modern Türkiye’ye geçiş sürecinde, yolsuzluk da hem tanımlandı, hem (başka birçok şey gibi) İkinci Meşrutiyet’le sahnedeki asıl yerini aldı.  Tevfik Fikret “Yiyin efendiler yiyin” nakaratıyla ünlü Han-ı Yağma şiirini 1912’de kaleme aldı; 1940-41’de hapisteki Nâzım o dönemi “vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi / bir de İttihatçılar / bir de uzun konçlu Alman çizmesi / 914’ten 18’e kadar / yedi bitirdi bizi” dizeleriyle anlattı. 1928 Havuz-Yavuz skandalı patlak verdi. Bizim gençliğimizde, Süleyman Demirel’in kardeşi Şevket Demirel ve yeğeni Yahya Demirel etrafında dönen (teşvik ödemesine konu olan ihracat gerçekten “demontabl yatak takımı” mıydı, yoksa âdi suntalar mıydı türü) rezaletler vardı. 1977’deki 11’ler destekli Ecevit hükümeti ve Tuncay Mataracı; Turgut Özal’in “prens”leri; Mesut Yılmaz’ın Budapeşte’de yediği, ama şikâyetini geri aldığı yumruk; Tansu Çiller ve Doğan Güreş… Hepsi TC’nin yolsuzluklar tarihinin önemli episodlarıydı. Hepsi zamanında büyük patırtı kopardı. Sonra unutulmaya yüz tuttu.Hiçbiri, ama hiçbiri, yıllardır gizlice biriktirilip düğmesine 17 Aralık’ta basıldığı anlaşılan yolsuzluk operasyonları kadar “the mesele” olmadı. Mecliste yaklaşık üçte iki çoğunluğa sahip, normal koşullarda sağlam ve istikrarlı bir hükümete karşı, bu kadar kapsamlı bir hâkim-savcı-emniyet mobilizasyonu hiç görülmedi. Dahası, nicel ve nitel olarak hem bu kadar yoğun, hem bu kadar yönlendirici bir medya desteğine de hiç mazhar olmadı. AKP karşıtı basın ve televizyonlar, daha ilk andan itibaren sorunu bir rejim meselesine dönüştürmeye çabaladı; başlı başına haberleri veriş tarzı ve yorumlarıyla, krizi âdetâ konuşa konuşa büyüttü; aylar öncesinden “diktatörlük” diye nitelediği hükümeti şimdi de “ha gitti, ha gidecek” gibi göstermeyen koyuldu; bu krizden başka türlü çıkılmaz havalarıyla, kamuoyunu olağanüstü çözüm arayışlarına sürükledi.Bunlar gözümüzün önünde cereyan eden olaylar. Peki ama, nasıl oluyor da birçok eski solcu, bunca darbe tecrübesinden sonra — hele 27 Mayıs 1960’a ve 28 Şubat 1997’ye nasıl gelindiğine dair bunca yeni yorum ve bilgiden sonra — hâlâ bu tür toplara o kadar kolay giriyor? Benim buna cevabım, son tahlilde solun siyaset habitus’uyla ilgili. Devrim ve sosyalizm teorisi, hedefi, programı gitti. Ama bu kavramlardan türeyen bir siyaset anlayışı ve alışkanlığı hâlâ sürüyor. (1) Kısa vâdede, o sözünü ettiğim AKP rahatsızlığı hep var, evet. Ama onun da ardında (2) dinle barışamamışlığın yanı sıra, (3) Gürbüz Özaltınlı’nın sözünü ettiği “apolitik kızgınlık” halini de besleyen (4) öyle bir mutlakçılık, azamîcilik ve kahrolsunculuk var ki, temelinde (5) devrimci-devirmeci bir “düzen karşıtlığı” yatıyor. Eski sol veya solcular, bu yüzden (6) sosyalist devrimin ancak ersatz’ı, yapay-tapon bir ikamesi olabilecek her türlü olağanüstülüğün dahi üzerine atlayıp kriz avcılığı, “aman kriz bitmesin”ciliği yapmaya fevkalâde eğilimli.Ve tabii (7) yolsuzluk bu haleti ruhiyeyi ayakta tutmaya çok elverişli. Her şey bir yana, yolsuzluk üzerinden aynı zamanda kapitalizm taşlamış oluyorlar.

- Advertisment -