[10-11 Eylül 2016] Önce, baş düşman olarak AK Parti’yi hedef alan bir strateji ve “seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası geldi. Faşizm ve diktatörlük söylemi tırmanış gösterdi. HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlayan bombalar, Suruç katliamı, Ankara Gar saldırısı — hepsi, ama hepsi “zaten AKP = IŞİD” denklemi üzerinden hükümetin hesabına yazıldı. Her birinden sonra Selahattin Demirtaş “katiller” ve “elleriniz kanlı” diye iktidara yüklendi. Örneğin 2015 Ekim ortasında “O günler gelecek. Ellerinize o kelepçeler takılacak” dedi: “Sizin bitişinizin sonu 1 Kasım olacak. Kasım’da diktatörü devirmek başkadır diyeceğiz ve oradan başlayacağız işe.” Devamında “En azından acıda, katliamda birleşebilmeyi çok isterdik ama biz katillerimizle acıda nasıl buluşalım? Bizi katledenlerle, arkamızdan sırıtıp gülenlerle biz acıda nasıl buluşalım? Faşizmle acıda nasıl buluşalım?” diye konuştu. (Bütün destek yürüyüşleri ve anma günlerinde bu temalar tekrarlandı. Gencecik öğrencilerimiz, hep aynı AKP imâsıyla, boylarından büyük “Katilleri tanıyoruz, affetmeyeceğiz, unutmayacağız” sloganları attı. Ne onların, ne yanlarında yer alan meslekdaşlarımızın hiç bir şey bildiği yoktu oysa. Gene de sustuk, bir şey demedik. Ama acaba, bütün o saldırıların IŞİD faillerinin tek tek yakalandığı veya öldürüldüğü, hücre evlerinin basıldığı, örgütlerinin dağıtıldığı bugün, hatâlarını dürüstçe düzeltmek, o eski iddialarını geri almak, şurası yanlışmış demek ihtiyacını duyuyorlar mı?)
Öyle veya böyle; Diyarbakır ve Suruç sonrasında ve hâlâ süren çatışmasızlık koşullarında, HDP 7 Haziran 2015 seçimlerindem büyük bir başarı kazandı. AKP ise 2002’den bu yana ilk defa mutlak çoğunluğu elde edemedi. Sandık ki yeni ve daha çoğulcu, daha çok-taraflı bir siyaset dönemi açılacak. Ne gezer? PKK bambaşka bir havaya girdi. KCK, bölgede hâkimiyet iddiasını her türlü yol, baraj, karakol yapımını yasaklamaya vardırdı. Ben yakarım, sen karışamazsın dedi ve herkes bunu çatışmasızlığın sonu olarak yorumladı. Yetmedi; anlamak istemeyenler için niyetlerine daha da netlik kazandırdılar. Kimileri hiç bilmiyormuş, duymamış gerçi; ama bütün kritik dönemeçlerde Kandil liderlerinin önemli yazılarına yer veren Özgür Gündem, 2015 Temmuz başlarında böyle birkaç makale daha yayınladı. Bese Hozat, Cemil Bayık, Duran Kalkan ve Mustafa Karasu’lara göre, tarihî bir fırsat doğmuş, ama sivil siyaset yetersiz kalmıştı. Fırsat derken kastettikleri yüzde 13 oy ve 80 milletvekili değil, Türkiye dışındaki koşullardı. Suriye’de PYD’nin kendine belirli bir yer açmasını; hem Esad rejimiyle (ve dolayısıyla Rusya ve İran’la) iyi ilişkiler kurmasını, hem IŞİD’e karşı savaşta ABD’nin desteğini kazanmasını kastediyorlardı. Dolayısıyla sınırın güneyi (Rojava) ile kuzeyini (Bakur) birleştirecek, yani hem Suriye’den hem Türkiye’den toprak koparıp alarak kendi teritoryalitesini yaratacak bir devletleşme hedefi (güya geçmişte vazgeçilmesine karşın) geri gelmiş bulunuyordu. Bir bakıma doğruydu; hiçbir yasal parti çıkıp da bunu savunamazdı, mensup olduğu ülkenin Büyük Millet Meclisinde. Onun için “yeni bir devrimci halk savaşı” gerekliydi. (Gene bazı Türk solcularınca Stalingrad’a dahi benzetilen “Kobani direnişi” bu hesabın simgesiydi. Bu kadar tane tane yazdılar herşeyi. Ne ki, bazı Türk solcuları bir kez daha havalara baktı ve görmeyen, duymayan, konuşmayan üç maymunları oynadı. Sanki hayır, yoktu PKK’nın böyle bir çizgisi. Veya varsa bile haklıydı, çünkü asıl saldırı bütün kötülüklerin başı olduğu su götürmeyen Erdoğan’dan geliyordu. Dolmabahçe mutabakatını o reddetmiş, çözüm masasını o devirmiş, 7 Haziran’da kaybettiklerini geri almak için bu savaşı o başlatmıştı. Kimse, bunu tam nasıl yaptığını açıklamadı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın. Ayrıca, savaş Erdoğan’ın yararına ise, PKK’nın neden göz göre göre bu “oyun”a gelmekte ısrar ettiğini de kimse anlayamadı ve anlatamadı. Bilmiyorum, herşey olup bittikten sonra, o kanattan böyle namuslu görgü tanıkları çıkacak mı?)
Heyhat; bu noktada Suruç katliamı gerçekleşti ve faturası gene AKP’ye kesildi. Demirtaş da yaptı bunu, bir kere daha Özgür Gündem’deki (hani o kimsenin bilmediği?) yazılarıyla Bese Hozat ve diğer Kandil liderleri de. Nitekim hemen arkasından iki genç polisin uykuda, susturuculu silâhlarla enselerine kurşun sıkılıp öldürüldüğü Ceylanpınar cinayeti işlendi. PKK önce haklı misilleme diye sahip çıktı, göğsünü gere gere üstlendi. Ancak aleyhlerine olduğunu farkedince, her zamanki Stalinist, Makyavelist yalancılıklarıyla bir hafta sonra ağız değiştirip biz yapmadık, şüpheli bir olay, kimin yaptığını bilmiyoruz demeye koyuldu.
Ama bu, yanlış hesapları içinde küçük bir ayrıntıydı. Asıl büyük hatâ, 7 Haziran seçimlerinde halkın HDP’ye verdiği desteği bu sefer de çantada keklik sanmaktı. O yüzde 90 küsur oyun çözüm ve barış umuduyla verildiğini görememek; Kürtlerin sırf örgüte (kayıtsız şartsız?) bağlılık uğruna yeni savaşın da arkasında duracağını düşünmekti. Bu yüzden, hepsinin eline aynı metin tutuşturulmak suretiyle küçük gruplara yaptırılan “demokratik özerklik” veya “özyönetim” ilânları peşpeşe sıralandı ve ardından, hendekli, tuzaklı, barikatlı ilçe merkezi işgalleri başladı. Tabii Demirtaş da çıktı ve devletin saldırısına karşı halkın kendini “savunma” ihtiyacından dem vurmaya koyuldu. Bu da düpedüz yalandı ve lütfen kimse bana bugün aynı yalanı tekrarlamaya kalkmasın. “Özyönetim”ler ilân edilmeye, hendekler kazılmaya, barikatlar kurulmaya başladığında, TSK’nın ve polisin henüz hiçbir ileri harekâtı söz konusu değildi. Ortada bir saldırı yoktu ki spontane savunma ihtiyaçları doğmuş olsun. Ama tabii, “burada yerel iktidar biziz” deklarasyonlarına hükümetin seyirci kalmayıp eninde sonunda müdahale edeceğini biliyor ve buna göre önlem alıyorlardı. Bu da, kısa zamanda anlaşıldığı gibi, hayli uzun süreli bir hazırlık ve yığınağın bir parçasıydı. Çözüm Sürecini taraflardan özellikle biri kötüye kullandıysa, daha çok KCK-PKK’ydı bunu yapan. Kobani’den bu yana aynı tür “şehir savaşları”nı öngörmüş ve planlamışlar; keza Kobani’de savaşan DHKP-C’lileri ve diğer bazı Türk solcularını da saflarına katmışlar; büyük kısmı neredeyse çocuk yaştaki gençlerden oluşturdukları YDGH milislerinin yanısıra, dağ kadrosundan tecrübeli gerillaları da kentlere indirmişler; muazzam miktarda silâh, cephane ve patlayıcı depolamışlar; her bir kasabada çok sayıda 15-20 kişilik savaşçı tim kurmuşlar; her kavşak ve sokak başında çatılara gözcüler yerleştirmiş, erken uyarı düzenleri yaratmışlardı. (Nereden mi biliyoruz? Öncelikle, prestijli Batı medyası üzerinden başlattıkları propaganda kampanyasından! Dönüp bakın, 2015 Temmuz-Ağustos-Eylül aylarının Le Monde veya Wall Street Journal gibi büyük gazetelerine. Hepsi (muhtemelen KCK tarafından Avrupa üzerinden dâvet edilmek suretiyle) Kürt illerine özel muhabir yollama yarışına girmişti ve bu muhabirler de habire yerel PKK’lılarla röportaj yapıyor, silâhlı grup fotoğraflarını çekiyor, kararlılık ve cesaretlerini öve öve bitiremiyor, örgütlenme düzeylerini göklere çıkarıyor, güvenlik güçlerinin bir daha kolay kolay bu ilçelere giremiyeceğini, tam da PKK’nın istediği şekilde, yüksek sesle ilân ediyordu. Le Monde’un özel muhabiri diye takdim edilen, Allan Kaval adında esrarengiz bir tip, özellikle temayüz ediyordu bu açıdan. Aşağı yukarı aynı sıralarda faraza Dicle Haber Ajansı ise, hendek ve barikatların ötesindeki komünal cennet yaşantısından sahneler sunmaktaydı. Daha sonra geleceğim 1128’ler bildirisine imza koyan değerli meslekdaşlarım, hepinize soruyorum: Okumuş muydunuz, okuyor muydunuz bu yazıları o günlerde? PKK’nın 2015-2016 savaşındaki bilinçli, kasıtlı sorumluluğunu, deyim yerindeyse “taammüd”ünü örtbas etmeye yatkın başka herkese de soruyorum: Var mısınız, savaşın ilk iki ayındaki o böbürlenme yazılarını çıkarıp tek tek üzerinden gitmeye, satırlarında ve satır aralarında hangi gerçeği yansıttıklarını inceden inceye tartışmaya?)
Lâkin olmadı, tutmadı. Eski Yunan inançlarında hubris, aşırı özgüveni tanrılara karşı küstahlığa vardırmanın adıdır. Hubris gösteren fânîler, eninde sonunda tanrıça Nemesis tarafından cezalandırılır. Tevrat’ın Meseller Kitabı’nda (İngilizcesinden aktarıyorum) Pride goes before a fall diye popülerleşmiş bir söz vardır, tam şekliyle Pride goes before destruction, a haughty spirit before a fall [Gururun ardından yıkım, kibirli ruhun ardından da düşüş gelir]. Osmanlı cülûs törenleri veya ulûfe dağıtım günlerinde, yeniçerilerin ve saray halkının Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var diye bağırması âdetine rastlanır. Günümüz Türkçesinde de, Kibirdir, yorulup yollarda kalan.
Bu, bir bakıma 2015 yaz sonundan itibaren KCK-PKK ve onların sürüklediği (onlarla sürüklenmekten kendini kurtaramayan) HDP’nin başına gelenlerin olabilecek en iyi özeti. Bir yanda tamah var, yani açgözlülük (ki o da ister yedi, ister on büyük günahtan biri): Türkiye içinde barış, eşitlik ve demokrasi çözümüyle yetinmeyip, illâ daha fazlasını ve daha daha fazlasını isteyerek, Rojava’ya paralel bir kuzey şeridi boyunca fiilen bir kurtarılmış bölge yaratmaya kalkışmak. Diğer yanda kibir: Biz güçlüyüz ve ne yaparsak yapalım halk bizim emrimizde. Onun için “özyönetim” ilân edip hendekler kazarak ve barikatlar kurarak devlete meydan okuduğumuzda, bütün Kürt toplumu da harekete geçip sokaklara dökülecek, hendeklerin önüne geçecek, güvenlik güçlerinin yolunu kesecek, bize gönüllü canlı kalkan olacak. Artık ondan sonra da devlet girerse, ancak büyük çaplı katliamlarla, sivil halka muazzam zayiat verdiren kan banyolarıyla girebilecek. Ki bu takdirde, Batı medyası ve uluslararası kamuoyu yardımımıza koşmaya hazır. Bildiriler yayınlanacak; AB’den ABD’ye ve Birleşmiş Milletler’e kadar her yönde şikâyet ve müdahale dâveti çıkarılacak. Sonuçta, savaş arazide kazanılamayacak olsa bile siyaseten kazanılacak, zira (fıkradaki “itleri salmışlar, taşları bağlamışlar” misali) Türkiye’nin eli kolu bağlanacak, karşılık veremez kılınacak…
Ama tam bir hubris’ti ve olmadı, tutmadı işte; nedeni de artık aylardır apaçık ortada: Kürt halkı sandık başında barışa verdiği desteği PKK’nın işgal ettiği ilçe merkezlerinde savaşa vermedi. Bir yandan, devlet asla Doğan Güreş ve Tansu Çiller’lerin 90’lardaki Kirli Savaş kafasıyla davranmadı. Diğer yandan, Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, Şırnak’ta, Yüksekova’da, KCK-PKK’nın özyönetim-hendek-barikat uygulamasını yürürlüğe koyduğu tek tek her yerde, Kürt halkı bu sefer örgüte soğuk baktı, çatışma çizgisine uzak durdu, kamusal eylem çağrılarına icabet etmedi. Dahası, özel harekât grupları işgal altındaki kent merkezlerine olabildiğince dikkatli bir şekilde girmeye ve PKK’yı ev ev, tünel tünel, hendek hendek temizlemeye başladığında, gene aynı PKK’nın “gitmeyin, kalın, bizi koruyun” baskısına kulak asmayıp, yerini yurdunu kitleler halinde terketmeye girişti. Böylece militanları cascavlak ortada, herhangi bir sivil savunma kordonundan yoksun bıraktı ve bu da tabii devletin işini kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Ama altını çizelim; sivil halka yönelik hiçbir büyük, kitlesel zulüm, hiçbir katliam gerçekleşmedi. Kaçan halk da kâh iki ateş arasında kalmamak için, kâh evleri tuzaklanıp delik deşik edilerek harabeye döndürüldüğünden, kâh PKK’nın özel baskı ve tahakkümünden kaçtı; bunu da her yolla, hiç lâfını sakınmadan deklare etti. Bu ilçe işgalleri yüzünden Kürt illeri benzersiz bir ekonomik yıukıma uğradı ve bölgede ilk defa örgüte bu kadar alenî tepkiler doğdu. Hal böyleyken, galiba çok önceden oluşturulmuş bir propaganda mekanizmasının çarkları, sanki beklenenler olmuş gibi dönmeye başladı. Katliamlar öngörülmüştü ya; olmadıysa da, olmuş gibi davranılması ve her halükârda o şikâyetlerin yapılması, uluslararası müdahalelere dâvetiye çıkarılması gerekiyordu. Onun için, daha 2015 Sonbaharında, Angela Merkel’in ziyareti öncesinde bu doğrultuda, nisbeten az sayıda imzayı içeren bir bildiri çıkarıldı. Onu, tamamen yurtdışından, daha çok Anglo-Amerikan bilim dünyasından yaklaşık 130 kişinin imzaladığı bir bildiri izledi. Nihayet, kim ve ne oldukları bugüne kadar pek anlaşılamayan “Barış İçin Akademisyenler” grubunun başını çektiği ve adını verdiği 1128’ler bildirisi yayınlandı. Sanki yeryüzünde PKK diye bir güç yoktu ve hiçbir şey yapmıyordu da, hükümet her nasılsa bir katliam, fiilen soykırım politikası güdüyordu ve bütün dünya, buna karşı tavır almaya çağrılıyordu. Bir önceki yazımda söz ettiğim, “1915’te Ermenilere yapılanların aynısı şimdi Kürtlere uygulanıyor” iddiasını yayma çabaları da aynı sıralara rastlar (bkz Soykırım tartışması (2) Solcuların yeni dâvâlar arayışı, 3 Eylül 2016).
(Fakat tam neredeydi, nasıl ve ne zaman olmuştu, kaç kişi öldürülmüştü, kimse bilmiyordu bu katliamlarda. Somut hiçbir şey yoktu ortada. Bir yanda Demirtaş, Ortadoğu çapında bir “Şii direnişi”nden söz ediyor, PKK’yı artık bu uluslararası çerçeveye oturtuyor, gene aynı bağlamda, hendek ve barikatlarda nöbet tutan silâhlı gençlerin yanında yer aldığını açıklıyor; diğer yanda bu meslekdaşlarımız, hepsini görmezden gelerek çıkarttıkları bildirinin adına “barış bildirisi” diyebiliyordu. Ne yapalım, hem içeriğini siyasî açıdan eleştirdik, hem hukukî bakımdan suç olmadığını savunduk ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmaları dahil, imzacılara uygulanması istenen her türlü baskı ve takibata karşı çıktık (görevden almaların tekrar çoğaldığı bu günlerde, karşı çıkmaya da devam ediyoruz). Fakat enteresandır, bazı arkadaşlarımıza yetmemiş anlaşılan, hukukî bakımdan yanlarında durulması. Siyasî bakımdan da zerrece eleştirilmemeleri mi gerekirmiş, nedir? Hayatın akışı içinde karşılaştık, biz selâm verdik, selâmımızı onlar almadı. Çünkü bir yönüyle de çoluk çocuk hepsi, politika ile akademiyi birbirinden ayıramayan. Ama bakın, eğer “unutmamak” ve “affetmemek”ten söz edilecekse, hemen söyleyeyim, salt düşünsel planda, asıl bu bildirinin içeriğini ve asıl bizler — kör bir AKP düşmanlığı, miadını çoktan doldurmuş bir devrimci şiddet hayranlığı ve bütün makuliyet sınırlarını aşmış bir “mazlum millet” taraftarlığı üzerinden, PKK’ya ne yaparsa yapsın kol kanat germeye kalkışmayan demokratik meşruiyetçiler — unutmuyoruz ve unutturmayacağız.)
* * *
Peki, sonra ne oldu? O da birkaç maddede özetlenebilir. PKK kendi başlattığı şehir savaşlarında yenildi ve ağır kayıplara uğradı. Dahası, yıllar boyu inşa ettiği kentsel enfrastrüktür dağıldı ve dolayısıyla bozguna uğradığı o ilçe merkezlerine geri dönüp tekrar yuvalanması olanağı da kalmadı. Derken HDP 15 Temmuz darbesi karşısında da zaaf gösterdi; gecikmeli olarak kınadıysa da, darbe gecesi Meclise gitmedi; sonra Demokrasi Nöbetlerini hedef aldı; Yenikapı mutabakatını karaladı; Demirtaş ve Yüksekdağ’ın ağzından, “al birini vur diğerine” diye tarif edilebilecek bir söyleme rücu etti (bkz Cengiz Alğan, Yeni Türkiye’nin marjinal ucunda HDP, 10 Eylül 2016). PKK ise rotasını bir dizi bombalı saldırıya çevirdi. Bu yolla kan dökmeyi sürdürürken, sivil ölümlere de yol açtı, halkın huzurunu bu sefer başka bir şekilde kaçırdı ve sivil toplumdan yükselen itirazlar daha da ileri boyutlara ulaştı. Son haftalarda 61 Kürt aydının imzaladığı koşulsuz silâh bırakma çağrısı, büyük basının ilgisini çekmediyse de, Kürt halkının tavır değiştirmesinin nerelere vardığı açısından önemli bir gösterge oluşturdu. Buna karşılık devlet askerî başarısını kentlerden kırsal alanlara taşıdı. Eskisi gibi belirli mevzilerde savunmada kalmak yerine stratejik insiyatifi ele geçirip açık arazide taarruz harekâtını sürdüren güvenlik güçleri, Doğu ve Güneydoğu’nun (kâh Tendürek, kâh Çukurca gibi) çeşitli köşelerinde kıstırdıkları PKK birimlerine (orada 63, şurada 200, burada 186 derken) çok ağır kayıplar verdirmeye başladı. Öyle ki, bu yenilgilerin PKK’yı Türkiye’de barınamaz hale getirip Suriye sınırının güneyi ve Fırat’ın doğusuna, yani (aşağıda değinileceği gibi) şimdi PYD’nin itildiği bölgeye çekilmek zorunda bırakacağı yorumunu yapanlar dahi var (bkz Fırat Erez, Darbenin ardındaki ABD (IV) ve PKK-PYD, 10 Eylül 2016). Bu ortamda KCK’nın herşeyi bir kere daha devletten beklediği için gerçekten çok yersiz ve münasebetsiz kaçan “dört önkoşul”una kimse kulak asmadı bile (bkz Cengiz Kapmaz, KCK usulü söylüyor, esasa girmiyor, 22 Ağustos 2016). Binali Yıldırım’ın “çözüm mözüm yok” diye kestirip atması ise, sonuna kadar bu şekilde sürdürülemesi kararlaştırılmış bir siyasetten çok, PKK-HDP tarafından defalarca kazıklanmışlık hissinin en üst düzey AK Parti liderliğinde yarattığı tepki birikimini kuvvetle dışarı vurdu.
Ama tabii PKK açısından en kötüsü, sırf askerî açıdan değil, uluslararası boyutlarıyla da Fırat Kalkanı harekâtıdır. Türkiye, bırakın “AKP = IŞİD” iddiasını çürütmeyi; sahada IŞİD’e karşı mücadelenin en önemli unsuru rolünü PYD dahil başka herkesten devraldı. Hem Amerika hem Rusya da bu çerçevede PKK-PYD’yi en azından kısmen terkedip Ankara’nın önünü açtı. (İşin bu ve benzeri diplomatik boyutlarını Ceren Kenar sürekli işliyor; bkz Türkiye’nin Washington gündemi, 15 Ağustos; İki gezi, iki farklı Biden, 29 Ağustos; Rusya PKK’yı nasıl sattı?, 6 Eylül 2016). Sonuçta, TSK Kobani’de yapması gerekirken — belki siyasî irade oluşmamış olduğundan, belki Gülenci subayların engellemesi yüzünden; keza bkz Ceren Kenar, Fırat Kalkanı operasyonunu kim geciktirdi?, 8 Eylül 2016) — yapamadığını şimdi gerçekleştirdi: Cerablus ve Kilis üzerinden kuzey Suriye’ye girdi; Afrin-Kobani arasını IŞİD’den temizlediği gibi, PYD’yi de Fırat’ın doğusuna çekilmeye zorladı; Rojava kantonlarının birleştirilip Akdeniz’e açılan bir Kürt koridoruna dönüştürülmesini tümüyle imkânsız kıldı. Bu arada, iki Türk tankının vurulmasına karşı bir PYD mevziini yoketmek suretiyle, PKK-PYD’ye bıçak kemiğe dayandığı takdirde bu düz ve açık arazide TSK’nın hava ve zırhlı birlik üstünlüğüne hiçbir şekilde karşı koyamayacaklarını da bir şekilde hatırlatmış oldu (tekrar bkz Fırat Erez, Darbenin ardındaki ABD (IV) ve PKK-PYD, 10 Eylül 2016).
* * *
Çeşitli Kürt örgütlerinin, Öcalan’ın uzun süredir kimseyle görüştürülmemesinden şikâyetleri ve sağlık durumundan endişelerini dile getirerek, bu sorun çözülünceye kadar açlık grevine gideceklerini açıklaması, tam bu koşullarda gerçekleşti ve pek çok kişi gibi bana da, PKK-HDP’nin artık fevkalâde zor durumda olduğunu, girdiği mecradan çıkmak istediğini, fakat Öcalan’dan meşruiyet almaksızın bu manevranın üstesinden gelemiyeceğini çağrıştırdı (bkz Atilla Aytemur, Açlık grevi ve ahval, 6 Eylül; Oral Çalışlar, Öcalan için açlık grevi, 7 Eylül 2016). Ve ilginçtir, hükümet de buna hızlı ve doğrusu benim açımdan pek beklenmedik bir yanıt verdi; bu bayramda mahkûmlarla aileleri arasında gerçekleştirilecek geleneksel “açık görüş”lere Abdullah Öcalan’ın da dahil edileceğini açıkladı.
Herhalde sözü edilen açlık grevi veya grevlerinden ansızın büyük bir korkuya kapıldıklarından yapmadılar bunu. Cengiz Kapmaz’ın işaret ettiği gibi (bkz İmralı görüşmesinden ne çıkar?, 10 Eylül 2016), işin içinde başka bir “arka oda” trafiği, belki bu yolla nelerin söylenebileceği (ve nelerin söylenemiyeceği) konusunda bir ön anlaşma olmalı.