[20 Ağustos 2015] “Siyaset sahnesi” deyimi bir benzetme, bir metafordur aslında. Ama bu sefer hakikaten bir tiyatro sahnesine döndü. Hem de çok tuhaf bir sahne: sanki aynı anda bir değil iki ayrı senaryo çarpışıyor, içiçe geçiyor ve kâh birinden, kâh diğerinden kakofonik sesler yükseliyor. AKP’nin elindeki metinde “PKK’nın açtığı savaşta ülkeyi bir arada tutma ve toplumsal parçalanmayı önleme” yazıyor. Muhalefet ise hayır, bunu değil başka bir eseri, “kriz çıkarma ve hükümeti işletmeyip ülkeyi kaosa sürükleme”yi okuyup çalışalım diyor. Bütün trupa bunu dayatmaya, afişlere bunu koydurtmaya, Doğan + Cemaat + Batı medyasına önceden bunun tanıtım yazılarını yazdırtmaya kalkıyor. Bu çerçeve ve doğrultuda yaptıkları her şey de önceden planlanmış ve ezberlenmiş, samimiyetten tamamen yoksun jest ve klişeleri andırıyor. Hangi piyes olursa olsun, insana birkaç saatliğine gerçeklik hissi vermesi gerekir. Tavırlar, konuşmalar o ân için inandırıcı olmalı, spontane gibi gelmeli. Oysa bu CHP, MHP, HDP liderlerinin hepsi çok kötü aktör. Pek de çaba sarfetmiyor, iyi bir performans çıkarmaya dahi üşeniyorlar sanki. Klasik trajedinin, diyelim Shakespeare trajedisinin beş perdesi olur, biliyorsunuz. İçimde tuhaf bir önsezi var. Neredeyse hepimizi aptal yerine koyarcasına, kendi kafalarındaki V. Perde, 1. Sahne’de “hükümeti çalıştırmama ve her adımını bloke etme”; V. Perde 2. Sahne’de “seçimi boykot”; V. Perde 3. Sahne’de “hükümeti yeni bir tek-parti yönetimi gibi gösterme” ve belki V. Perde 4. Sahne’de “dışarıdan-içeriden müdahale dâvet etme”ye doğru gidiyorlar. Haydi daha ihtiyatlı söyleyeyim: Buna, yani öncelikle seçim boykotuna gidiyor olabilirler mi acaba?
Neden, giderek bundan kuşkulanıyorum? Dönüp son ayların gelişmelerini gözden geçirelim; bağlantısız gibi gözüken olayları bir sıraya sokalım; aralarındaki silik çizgileri görmeye çalışalım. Her aşamada bir tek tema devamlılık arzediyor: AKP hükümeti gayrimeşrudur. Kimine göre, en baştan beri ve tabiatı gereği gayrimeşrudur. Kimine göre, Gezi’den beri ve/ya 17-25 Aralık 2013’ten beri ve/ya 7 Haziran seçimlerinden beri gayrimeşrudur. Kimine gore, şimdi kesinlikle gayrimeşrudur ve giderek daha fazla gayrimeşru duruma gelmektedir. 2015 boyunca bu yaklaşım nasıl işlendi, işleniyor? Biraz tekrar pahasına: (1) Özellikle HDP bütün seçim kampanyasını AKP ve Erdoğan düşmanlığı üzerine kurdu. Hiçbir şekilde AKP’ye el uzatmayacağı ve işbirliği yapmayacağını 7 Haziran öncesi ve sonrasında defalarca vurguladı. Bu tavrıyla, anti-AKP cephenin aslında düşünsel lideri, duygusal kalbi ve pratikteki mızrak ucu oldu.
(2) Seçim sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu aynı stratejiyi bir adım daha ileri götürmeyi denedi. “Yüzde 60’lık bir blok” fikrini ortaya attı. Seçimi bu “blok”un kazanmış olduğunu öne sürdü ve dolayısıyla hükümeti de gene bu “blok”un kurmasını istedi. Bu öneri gündemde kaldığı günler boyunca, hattâ CHP tarafından benimsenmesinden önce ve sonra, bir kısım eski sol aydınlarca da desteklendi. Muazzam bir “tahribat” olmuştur ve şimdi Cumhuriyet rejiminin “restore” edilmesi âcil görevdir, dendi. En aşırı Türk milliyetçisi MHP ile Kürt milliyetçisi HDP’nin yanyana ve aynı koalisyon içinde yer almasında ciddî bir problem görmeyen, her ikisinin de bu “tarihî görev ve/ya fırsat”a ikna edilebileceğini savunan yazılar yazıldı. Belirli bir entellektüel kesimin artık realiteden tümüyle kopup kendi sanal âleminde yaşadığını göstermekten başka işe yaramayan bu hayal, MHP’nin hem HDP’yi, hem CHP’yi bir defa da değil, her “yarabbi şükür” deyişlerinin ardından tekrar tekrar tekmelemesi ve aşağılamasıyla son buldu.
(3) Seçimlerden sonra Başbakan Davutoğlu hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sundu. Erdoğan da yenisi kuruluncaya kadar geçici olarak devam etme görevini gene Davutoğlu kabinesine verdi. Hepsi, anayasaya ve bildiğiniz parlamenter rejim teamüllerine uygun. Ardından gene Erdoğan, yeni hükümeti kurma görevini de, bu sefer Mecliste en çok koltuğa sahip parti olarak AKP’nin lideri sıfatıyla Ahmet Davutoğlu’na verdi. Bu da hem anayasanın, hem parlamenter rejim usul ve geleneklerinin icabı. Geçici hükümetin başbakanı sıfatıyla yönetiyor; AKP başkanı sıfatıyla koalisyon görüşmeleri yapıyor. Hiçbir terslik veya aykırılık söz konusu değil. Ne ki, hemen aynı sıralarda daha çok HDP liderleri (meselâ hukuk bilgisinin hayli kıt olduğu anlaşılan Figen Yüksekdağ), ama aynı zamanda solcu sosyal medya, durumda bir hukuksuzluk olduğunu ileri sürmeye başladı. Hükümet geçiciymiş, dolayısıyla yetkisizmiş, keyfîymiş, rastgele kurulmuşmuş — dolayısıyla yönetemezmiş. Buradaki cehaleti değil, sürekli “gayrimeşruluk” vurgusunu dikkat çekici buluyorum.
(4) Temmuz başı ve ortasında sıra, PKK’nın savaş ilânına geldi. Serbestiyet’te zaten çok yazıldı ve bu arada ben de yazdım; onun için sadece satır başlarıyla hatırlatayım. 11 Temmuz: KCK yol, baraj ve kalekol yapımlarını engelleme ve güvenlik güçlerinin müdahalesine karşı misillemede bulunma, yani bir bakıma çatışmasızlığı bitirme kararını açıkladı. 11-14 Temmuz arası: Yol kesme, kimlik sorma, şantiye basma, TIR yakma eylemleri hızla tırmandı. 15 Temmuz: Bese Hozat’ın “yeni devrimci halk savaşı” yazısı yayınlandı. 19 Temmuz: Cemil Bayık Kürt halkını silâhlanma ve özsavunmaya hazırlanmaya çağırdı. 11-15-19 Temmuz yazı veya açıklamalarında: Seçim sonuçlarıyla birlikte yeni bir “Büyük Kürdistan” haritasının belirmeye başladığı ve artık “özerklik” isteme vaktinin gelip çattığı fikri öne çıktı. 20 Temmuz: Suruç’taki intihar saldırısı gerçekleşti. 21 Temmuz: Bese Hozat Suruç katliamından AKP’yi sorumlu tuttu ve hedef gösterdi. 22 Temmuz: Ceylanpınar’da iki polis öldürüldü ve cinayete HPG “Suruç’un karşılığı” diye sahip çıktı. 23 Temmuz: TSK Kandil’i ve diğer PKK kamplarını bombalamaya başladı. Sonraki dört hafta: PKK (güvenlik güçlerinin karşı-operasyonlarıyla içiçe) küçük ölçekli ama yaygın vur-kaç eylemlerine girişti. Yer yer, askere ve polise uzaktan ateş açtı. Karakollara ve emniyet müdürlüklerine bazen sızmayı, bazen (traktör, kamyon, kamyonet gibi) bombalı araçlar eşliğinde saldırmayı dendi. Yollara döşedikleri mayın veya uzaktan kumandalı bombaları patlatıp, özellikle zırhlı araçlara zarar verdi. Batı illerinde: Çok talî olmakla birlikte, DHKP-C de devreye girdi (en son Dolmabahçe’de).
(5) Bu ortamda, iki ayrı ve taban tabana zıt açıklama tarzı doğdu. Aralarında benim de olduğum birçok yorumcu, PKK’nın dağdan inip barış içinde sivil-demokratik mücadelede yer almak istemediği; silâhtan vazgeçemeyeceği; Kürtlere daha fazla eşitlik ve özgürlük gibi “Türkiyeli” amaçlar için değil, belki Türkiye, belki Türkiye ve Suriye (hattâ Irak) toprakları üzerinde devletleşmeyi, belirli bir toprak parçası üzerinde mutlak iktidar kurmayı içeren “Kürdistanî” hedefler için savaştığı sonucunu çıkardı (örneğin bkz Halil Berktay, Suruç’un ardından (2) PKK’nın yeni karşı-devrimci iç savaşı, 24 Temmuz; Oral Çalışlar, Savaş ve Bağımsız Kürdistan hedefi, Radikal, 8 Temmuz ve Serbestiyet, 16 Temmuz 2015). Buna karşılık HDP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mutlak çoğunluğu kaybetmeyi hazmedemediği, “dikta”sını yitirmekten korktuğu, bu yüzden bir an evvel seçime gitmek istediği; bu bağlamda, erken seçimde HDP oylarını eritebilmek uğruna bu savaşı çıkardığı (özetle, savaşın Erdoğan yüzünden çıktığı) teorisini işlemeye koyuldu. Bir kısım eski sol aydın (Oya Baydar, Aydın Engin, Hasan Cemal, Baskın Oran vb) bu fikri derhal benimsedi ve otuz imzalı bir bildiride tekrarladı.
(6) Bu arada ben, biraz bu bildiri sahiplerine de seslenircesine, En basit soru: PKK’nın istediği tam nedir? (6 Ağustos) ve Neleri geri almaya hazırım (7 Ağustos) başlıklı iki yazı daha yazdım. Siz söyleyin; PKK’nın şu anda niçin savaşmakta olduğuna siz mantıklı bir açıklama getirin de ikna olalım dedim. Çıt çıkmadı. Böyle bir tartışma denemesine hiç girmeksizin, “benim oğlum bina [Erdoğan] okur, döner döner gene okur” misali, hep aynı sabit fikri tekrarlamayı sürdürdüler. Hattâ Hasan Cemal, tabii Erdoğan takıntım olacak diye, nefretinin kendince haklı gördüğü bütün nedenlerini tekrar sıraladı.
Öte yandan benim sorduğum soruya tek anlamlı yanıt Van’dan, Kemal Burkay’ın başkanı olduğu Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK – PAR) mensubu, Selâm Anadolu’yu çıkaran Galip İlhaner’den geldi. İlhaner’in cevabının tamamını, yakın zamandaki diğer yazılarından özetleri ve ilk cevabına sonradan yolladığı ekleri, artık kendisinden izin de almış olarak, umarım gelecek sefer daha kapsamlı biçimde yayınlayacağım. Şimdilik sadece şu kadarını söyleyeyim: bölgeyi, Kürtleri ve PKK-HDP hareketini en iyi tanıyan isimlerden biri olarak İlhaner’in bütün söyledikleri, PKK’nın “özerklik” adı altında devletleşme peşinde koştuğuna ilişkin benim kendi tahminlerimi tamamen doğruluyor. Dahası var. 11 Ağustos Salı akşamı, Hilâl Kaplan’ın TV NET’teki programına “Balıkçı” İlhami Işık’la birlikte çıktık. Sonlara doğru, henüz kendisine sormamış olduğum için adını vermeksizin, İlhaner’in en çarpıcı öngörüsünü de zikrettim: PKK olası bir erken seçime HDP’yi muhtemelen sokmayacak. (Olur mu olmaz mı bilemem tabii, ama neden kendi analiz çerçeveme çok oturduğunu da ekledim: Aynen 2011’de Meclisi boykot edip dümeni savaştan yana kırarken yaptıkları gibi, gene silâhın siyasete tercih edilmesini güya gerekçelendirmiş olacaklar. HDP’yi zaptürapt altında tutmayı sürdürecekler. Oy kaybı ve belki barajın altında kalınması tehlikesini böyle atlatacaklar. Hattâ belki, bu koşullarda sandığa hemen sadece AKP seçmeni gideceği için, onları teşhis edip gelecekte üzerlerinde daha fazla terör estirmeyi umacaklar.)
(7) Anladığım kadarıyla, programın son birkaç cümlesine sıkışmasına karşın bu küçük bilgi aktarımı gözden kaçmamış ve şimdiden hayli yankılanmış. Gene de alt tarafı bir kestirimdir; mutlak doğru saymamız ve yüzde yüz güven duymamız olanaksız. Bakalım siyaset daha ne zigzaglar sunacak? Ancak madalyonun diğer yüzünde, PKK’nın en azından bölgesel iktidar peşinde koştuğu ve bunu “demokratik özerklik” veya “özyönetim” diye takdim ettiği, asıl savaş hedefinin bu olduğu son derece açık. Nitekim, ilginç tesadüf, biz sözünü ettiğim 11 Ağustos programında konuşurken Silopi, Cizre, Nusaybin, Şırnak, Yüksekova, Bulanık ve Varto gibi PKK’nın en güçlü olduğu bir dizi ilçede “özyönetim” başlamışmış bile. Sonraki günlerde şu örüntü netleşti: HDP değil daha çok DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) tarafından yürütülen bir süreçte, kendilerini “halk meclisi” veya “kent meclisi” diye tanıtan 15-20 kişilik gruplar ortaya çıkıp, zembereği kurulmuş oyuncaklar gibi hep aynı formüllerle, “Erdoğan rejiminin devreye koyduğu topyekûn savaş konsepti”ne karşı “özyönetim” ilân ediyor. “Faşizan devlete karşı özsavunma” adına YDG-H bütün sokak başlarına gözcü dikiyor, hendekler kazılıyor, timler konuşlandırılıyor. Özetle, isyan başlıyor. Sonra Silvan’da olduğu gibi, çarpışma sabaha kadar sürüyor ve ortalık harabeye dönüşüyor. Bu arada Dicle Haber Ajansı da gelip gidiyor ve “özgür yaşamın inşası”nı destanlaştırıyor. Fakat neden HDP değil de DBP? Acaba genel bir “özyönetim” ilânı teklif edildiği halde Demirtaş bu kadarının altından kalkamayız diye ürküp çekindiğinden mi? Yıldıray Oğur’un yazdığı gibi (ve belki de bu ihtimale karşı), KCK/PKK’nın çok önceden tasarladığı bir işbölümü mü, yani HDP’nin yanı sıra BDP tam bu olasılık için mi kuruldu?
(8) Bu taktik varyasyonlar bir yana; asla kısa vâdeli bir çaresizlik veya gençliğe özgü öfke patlamasının değil (zaten ortada zorlama bile olsa herhangi bir kitle hareketi de yok), uzun ve kasıtlı, bilinçli, ayrıntılı bir planlama sürecinin — deyim yerindeyse, “taammüden cinayet”in — söz konusu olduğu son derece açık (bkz Oral Çalışlar, Kürt kentlerinde “özyönetim” ilânı, 15 Ağustos; Yıldıray Oğur, PKK’nın fantezileri, Kürtlerin gerçekleri, 17 Ağustos 2015). Nitekim şimdi güvenlik uzmanları, yollarda patlatılan uzaktan kumandalı tuzakların dahi çatışmasızlık sırasında yerleştirilmiş “uyuyan bombalar” olduğunu, derine yerleştirildikleri için tesbit edilemediklerini, PKK’nın bu dönemde çok kapsamlı bir hazırlık yaptığının görüldüğünü anlatıyor. Wall Street Journal’a konuşan “Berman” adında bir PKK’lı kadın da bunu kendi açılarından doğruluyor. Silopi’de “iki odalı güvenli bir evde, bazıları ergen, bazıları yirmili yaşlarında, kalaşnikoflar, el bombaları ve roketatarlarla silâhlı on civarında Kürt militan”la konuşmalarını aktaran WSJ muhabiri Ayla Albayrak, “sadece 120 bin nüfuslu bu şehirde militanlar 31 birimleri olduğunu ve her bir birimde 20 üye bulunduğunu öne sürüyor” diye yazmakta (bkz Uğur Ergan, “PKK’nın uyuyan bombaları,” Hürriyet web sitesi; “‘Çözüm sürecinde silâhlandık’ — Terör örgütünün gençlik yapılanması YDG-H’liler Silopi’de WSJ’ye konuştu,” Milliyet web sitesi; ikisi de bugün, yani 21 Ağustos 2015).
(9) Koalisyon görüşmeleri bütün bu saldırılara, karşı-operasyonlara, “özyönetim” ilânlarına ve “özsavunma” girişmimlerine paralel yürüyüp, Ağustos ortalarında başarısızlıkla sonuçlandı. Bunda şaşacak ne var — başka nasıl sonuçlanabilirdi? Sürece bir tek AKP olumlu biçimde ve asgariye indirilmiş koşullarla yaklaştı; ideolojisizleştirilerek demokratikleştirilecek bir anayasayı ve Çözüm Sürecimnin devamını vurguladı. Devlet Bahçeli daha başından son derece müstağni bir tavır aldı; siz oynayın, ben yokum demeye getirdi. Gerek Kılıçdaroğlu’na ve gerekse HDP liderliğine, ayrı ayrı ve birlikte, yapmadığı hakareti bırakmadı. HDP’ye oy veren kitleyi dahi şerefsizlikle suçladı. AKP’ye karşı ise, anayasanın “dokunulmaz” ilk dört maddesinin gene öyle dokunulmaz kalması; Çözüm Sürecinin tamamen red ve terk edilmesi; 17-25 Aralık 2013 “yolsuzluk operasyonu”nun arkasının getirilmesi ve eski cumhurbaşkanlığı modeline dönülmesi gibi, kabul edilmesi imkânsız koşullar ileri sürdü. Arada da hep özel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a saldırmaktan, “diktatör/lük” temasını işlemekten, Hitler ve Stalin’e benzetmekten geri durmadı.
CHP’nin yaklaşımı da üslûp olarak daha yumuşak gözükmekle birlikte, aslında daha bile maksimalist oldu. Daha baştan “14 ilke ve beş koşul” gibi çok kalabalık, çok ayrıntılı bir programla masaya oturdular. Farklı ifadelerle de olsa, AKP döneminin “tahribat”ını “restore” etme tasavvurunu olduğu gibi korudular. MHP gibi onlar da “dokunulmaz” maddelerine dokunulacak, ideolojisizleştirilecek (Türk veya Atatürk milliyetçiliğine yer vermeyecek), etnisite dışı bir vatandaşlık tanımı getirecek yeni bir anayasa fikrine karşı çıktılar. Çözüm Sürecini ise, tamamen Meclis tarafından yürütülsün talebiyle, MHP’nin blokajına takılacağını hesaplayarak imkânsızlaştırmaya kalktılar. HDP baştan CHP-MHP ikilisini “dışarıdan” destekleyebileceğini açıkladı ama Kürtlerin yararı ve beklentileri hilâfına, halktan çok PKK’yı gözeterek “AKP’yle asla” dedi. MHP’nin ise karşılığı “HDP’yle asla” oldu.
(10) Sonuçta AKP genel başkanı sıfatıyla Ahmet Davutoğlu, 45 günlük yasal limiti sona ermeden, başka hiçbir parti ile koalisyon kurulamıyacağı noktasına vardı. Daha o noktaya gelirken bir “görevi iade et – et – et” teranesi başladı, sanki etmeyebilirmiş havası vermek istercesine. Aynı anda, sosyal medyada “göreceksiniz, bunlar seçimi kaybetseler dahi gitmeyecek” mesajı yayılmaya başladı. Yeri gelmişken belirteyim ki, İsmail Yaprak’ın aşağıda tekrar değineceğim AKP “diktası”ndan kurtulmanın bir garip yöntemi (20 Ağustos) yazısında Erol Katırcıoğlu’dan aktardığı “Anlaşılan AKP düzgün bir biçimde iktidarı bırakmayacak” tweet’i münferit bir olay değil; bu yeni “gayrimeşrulaştırma” dalgasının bir parçası. Derken Davutoğlu hükümeti kurma görevini hep normal süresi içinde cumhurbaşkanına iade etti – ve bu sefer de, CHP’nin hiçbir şansı olmadığı apaçık görüldüğü, elinde hiçbir denenmemiş formül olmadığı, ayrıca “Saraya gitmeyiz” diye tutturdukları halde, “görev Kılıçdaroğlu’na verilsin” ya da “verilmemesi yetki gaspıdır” tamtamları çalınır oldu. Ama sonunda, erken seçim kapıya dayandı.
(11) Dolayısıyla şimdi sıra, “erken seçime hayır” demekte. Buna zaten baştan beri karşıydılar. Daha Haziran sonlarında, özellikle Batı basınında “Erdoğan muhaliflerini erken seçimle tehdit ediyor” gibi tuhaf (zira erken seçimi anormalleştiren ve demokrasi dışı gösteren) yazılar çıkmaya başlamıştı. Son günlerde önce MHP, ardından CHP, anayasa hükmü olan partiler-arası erken seçim hükümetine bakan vermeyeceklerini duyurdu. Bu, başlı başına bir tür boykot. Peki, HDP ne yapacak? Görünüşte, erken seçim hükümetine katılmaya razı gibiler. Ama ben çok şüpheliyim bu tavırdan. Bir kere HDP, PKK’nın hazırlayıp çıkarttığını ve nasıl çıkartıp hangi yöntemlerle sürdürdüğünü herkesin gördüğü savaşı dahi Erdoğan’ın erken seçim ihtirasına bağladı ve bağlamayı sürdürüyor. Şimdi bu erken seçimi, sırf Ertuğrul Kürkçü’nün “bu sefer yüzde 18 çıkarırız” böbürlenmesinin gazıyla mı kabul edecek? İkincisi, Galip İlhaner’in PKK’nın HDP’yi erken seçime sokmayacağı yolundaki öngörüsü kulaklarımda çınlamakta. Üçüncüsü, PKK- HDP medyasında şimdiden benzer fikirler yankılanıyor. Eski, tarihsel TKP’den gelip Kürt hareketine geçen ve artık sürekli bu medyada yazan Veysi Sarısözen, iki gün önce bir web sitesine yolladığı mesajda “dikta ve savaş varken seçim olmaz” dedi. Ne ilginç; bundan iki küsur yıl once, 2013 başlarında Taraf’taki ayrışmada Neşe Düzel’in bir röportajı tâyin edici rol oynamış; Düzel Demirtaş’la yaptığı görüşmede muhatabına israrla “demokrasi olmadan barış olmaz” dedirtmeye çalışmış ve sonnra da amacına ulaşıp bunu derhal manşete çıkarttırmıştı. Şimdi de Sarısözen “dikta ve savaş varken seçim olmaz” buyuruyor. Diktayı geçtim; o, tümüyle zırva bir oksimoron; diyelim ki dikta var ve seçim oluyor; bütün gerçek demokratlar bunun üzerine atlar ve seçim yoluyla diktayı yıkalım der — 1973 Sonbaharında olduğu gibi. Asıl önemlisi şu ki, Sarısözen “savaş varken seçim olmaz” diyor ve bu, PKK’nın olası tavrına ilişkin de, HDP’nin seçim hükümetine nasıl ve hangi noktada yan çizebileceği konusunda da, belki önemli bir ipucu oluşturuyor.
(12) Daha demin gördüm: Cengiz Çandar 19 Ağustos’ta Al Monitor’da “Türkiye’deki şiddet ABD’yi Türkiye ile PKK arasındaki savaşta tarafını seçmeye zorlayabilir” diye yazmış. Başlık aynen bu: Violence in Turkey could push US to pick sides in Turkey, PKK battle. Bu bir tahmin mi, bir özlem mi? Makalenin internetteki özeti daha çok ikincisini düşündürüyor: The escalation of violence in Turkey is reaching such a magnitude that Turkey may not be an effective coalition partner against Washington’s priority, the Islamic State. Yani: “Türkiye’deki şiddet tırmanışı öyle boyutlara ulaşıyor ki, Türkiye Washington’un önceliği olan IŞİD’e karşı etkili bir koalisyon ortağı olmayabilir.”
Şimdi Cengiz Çandar istediği kadar sinirlensin, bağırıp çağırsın, eski bir arkadaşı olarak bana da küfretsin, kendisinin ise Kürt meselesini herkesten iyi bildiğiyle böbürlensin, ayrıca soyunu sopunu da tekrar devreye soksun, Çandarlı vezir ailesinin şeceresini tekrarlasın… (a) PKK bu savaşa giderken IŞİD’e karşı savaşmasının Batı nezdinde kazandırdığı prestijin hesabını yaptı mı, yapmadı mı? (b) Esasen PKK-HDP medyası bunu halen de tekrarlamıyor; bu bağlamda, Türkiye’nin sırf IŞİD’le savaştığı için PKK’yla savaşmaya başladığını iddia etmiyor; Batıyı buna inandırmaya çalışmıyor mu? (c) Cengiz Çandar’ın yazısı, hemen tamı tamına aynı şablona oturmuyor; gene Batı kamuoyuna Türkiye’den vazgeçip yüzünü PKK’ya dönmesi çağrısında bulunmuyor mu? Hepsinden geçtim. (d) Muhalefet partilerinin, seçim hükümetine bakan vermemenin de ötesine geçerek doğrudan seçimleri boykot etmesi, yani AKP’nin seçime belki tek başına girme durumunda kalmasi halinde, Çandar’ın ve Çandar’ların “hükümetin gayrimeşruluğu” ve “diktatörlük” konusunda daha neler yazacağını tahmin edebiliyor musunuz?
* * *
Peki, nereye gidiyor bütün bunlar? Bu negatifleşme sürecinin, bu istemezükçülüğün, bu AKP düşmanlığına takılıp kalmışlık ve başka şey düşünemezlik halinin olası sonuçları nelerdir? Marksist hafızama döneyim: Komünist Manifesto’nun daha ilk sayfasında, sınıf mücadelesinin bazen bütün toplumun devrimci dönüşümüyle, ama bazen de “birbirleriyle savaşan sınıfların ortak felâketiyle” sonuçlanabileceği yazar (either in a revolutionary reconstitution of society at large, or in the common ruin of the contending classes). Artık toplumu sınıflardan ibaret görmesek de, bu ikinci uyarıyı, yani karşılıklı maksimalist blöfler yüzünden devletin çökmesi (state collapse) ve toplumun bir arada yaşamayaz hale gelmesi tehlikesini, gözümüzün önündeki Lübnan, Irak ve Suriye örneklerine karşın, kaç kişi idrak ediyor ve ciddiye alıyor acaba?
Eskiden (faraza 1950’lerin İzmir’inde) bugünkü kadar tesis yoktu; futbol mahallede, sokak aralarında, boş arsalarda oynanırdı. Bazı varlıklı, şımarık tipler vardı; onlara gidilip rica edilirdi, topunu verir misin, ya da topunla birlikte gel, seni de takıma alırız diye. Bazen olur, bazen olmazdı. Ne oynarım ne oynatırım diye inat ederlerse, bir heves toplanmış on on beş kişiye bir süre duvar diplerinde, ağaç altlarında ne yapacağını bilmez halde bekleşmek, sonra belki ağır ağır dağılmak düşerdi.
Öncelikle AKP’ye karşı düşmanlık ve aynı zamanda birbirleriyle rekabetleri, olanca kıskançlık ve çekememezlikleri içinde muhalefet partileri, “illâ benim dediğim olacak, yoksa oynamam ve oynattırmam” çocuksuluklarını, AKP’yi “anti-demokratik” gösterme çabasının ulaşılabilecek en son noktası olarak seçimi boykota dahi götürürlerse; başka bir deyişle, PKK’nın savaşına boykot yoluyla destek verme çukuruna yuvarlanırlarsa, ne olur bu işin sonu?
* * *
Son bir gözlem. Cengiz Çandar’ın Al Monitor’daki yazısı gibi, İsmail Yaprak’ın Serbestiyet’teki AKP “dikta”sından kurtulmanın bir garip yöntemi yazısını da, elinizdeki notları bitirmeye yakın gördüm. Erol Katırcıoğlu’na darbeci-devirmeciliği yakıştıramadığından olacak, İsmail Yaprak belirli bir sol aydın kesimini açıktan darbeciler ile ne istediklerini bilmeyenler (yazısının sonlarına doğru, büyüden medet umanlar) diye ikiye ayırmış. Böyle bir ayırım var mı, çok emin değilim doğrusu. Daha çok, tek bir sath-ı mail üzerinde anti-demokratlığın peşpeşe sıralanan kademe ve derecelerinden söz etmeyi tercih ederim. Zira benim için kritik mesele, belirtik darbeci olup olmamak değil. Kritik mesele, belirtik demokrat ve topyekûn demokrat olup olmamak. Demokrasiye saygı, gerçekten içselleştirilmiş bir saygı, ikirciksiz, ama’sız ve fakat’sız bir saygı, solun ve sol kökenli aydınların duygu ve düşünce geleneğinde yok. Yılların “tek yol devrim”ciliğiyle; “burjuva demokrasisi, cici demokrasi, Filipin demokrasisi, sandıksal demokrasi” klişeleriyle; politikayı bir aldatmaca ve gölge oyunu gibi görme alışkanlıklarıyla yoğrulmuş bir siyasî kültür, bütün kurallarıyla parlamenter demokrasinin mutlak üstünlüğü ve dokunulmazlığını sindirip kabullenmeye olanak vermiyor. Erol Katırcıoğlu’nun “Anlaşılan AKP düzgün bir biçimde iktidarı bırakmayacak” tweet’i işte bu çerçeveye oturmakta. Sorun Katırcıoğlu’nun darbeci olması değil; (AKP’nin aslında düzgün bir şekilde iktidarda olduğunu görememesine yansıyan) demokrat olmayışı, olamayışında. Hilâl Kaplan’ın 11 Ağustos programında, sol ve şiddet tartışması bağlamında şöyle demiştim: Bazıları açıkça şiddet yanlısı olmayabilirler, ama mesele açıkça şiddet karşıtı olmamalarında düğümleniyor. Şimdi, aynı şeyi darbe ve demokrasi tartışması bağlamında tekrarlıyorum: Katırcıoğlu’ların sorunu, açıkça darbeci olmalarında değil, açıkça demokrat olmamalarında yatıyor.