Müslümanlıkla İslamcılık farklı şeyler. Basit bir ayrım yapmak gerekirse, Müslümanlık, İslam’ın ferdi ve içsel, İslamcılık ise kamusal ve siyasal alandaki dışsal yaşantısını ifade ediyor. Birincisi, işin ruhunu ve bireysel yaşanırlığını öteki ise görünür olan dışavurumunu esas alıyor. Biri daha kapsayıcı ve farklılıklara açıkken öteki daha çatışmacı ve kapalı bu yüzden. Birinin muhafaza edicisi bizatihi hayatın –ve kültürün- kendisiyken ötekinin muhafazakar bir konum alışa ve bir iktidar kaynağı bulup ona dayanmaya; sembollere, karşıtlıklara, kendinden olmayanla çatışmaya, insani olanı –yani bütün bir kültürü- bir tarafa bırakmaya ihtiyacı var.
Biri, farketmeden, dışarıdan kendimize bakma ihtiyacı duymaksızın, aldığımız hava gibi içimize dolmuşken ötekine sürekli oksijen tüpü gerekiyor; birdenbire fişi çekilmiş gibi yok olup bir anda çok büyüyebiliyor. Kendi yolunu bütünüyle ithal fikirlerle bulabiliyor. Kendi içinden kolaylıkla fanatikler çıkarabiliyor. Hayali cemaatinin sınırlarını kağıt üzerinde çizebiliyor.
Müslümanlık, içerdiği evrensel ilkeler bakımından her yerde aynıyken bu ilkelerin hayata geçirilmesi ve şahsileşip zihniyete dönüşmesi, gittiği yerin toğrağıyla yeniden yoğrulan bir kültüre bağlı; bu yüzden hem evrensel hem yerli, hem aynı hem de büsbütün farklı. Müslümanlık, hiç benzemez gibi gözüken farklı hallerin içindeki şaşırtıcı aynılıkla, tıpatıp aynı olanı bambaşka şekillerde hayata geçirmenin binbir türlü biçiminin getirdiği bir zengiliğe sahipken İslamcılık, soyut ve topraksız.
Bu topraksızlığı, milliyetçiliğin yıkıcıcılığından kurtarıcılık, kavmiyetçilikten uzak durma ve İslam’ın evrensel mesajına sahip çıkma gibi algılayan bir büyük yanılgıya sahip. Beslenme kaynağı insan kaynaklı -dolayısıyla insan merkezli- değil. İdeolojinin ilahileştirildiği, insanı aşan –ve dolayısıyla aslında gerçekliği olmayan-, her zaman için ulaşılamaz bir ideal olarak kalması zorunlu bir soyut fikirler manzumesi. İslamcılığın topraksız oluşu, kültürel olandan uzak durma tavrı, istenmeyen bir sonuç olarak eldeki gelenekleri dondurucu bir muhafazakarlık üretiyor. Ahlakı, paket halinde kabül ya da reddedilen edilen bir bütün haline getiriyor. Oysa Müslümanlık, hayatın kültürel seyri içinde kendiliğinden bir değişimin ve ahlakın içinden varolduğu için içindekini dışavuran bir muhafazakarlığa ihtiyaç duymuyor.
Müslümanlık, uzun yıllardan beri süregelen kültürün içerisine doğallıkla karışmış olanı, kimlikten çok kişisel benliğin parçası haline geleni içerirken İslamcılık bir kimliği ve sonradan üretilen, zamanın güç ilişkilerine göre şekillenen bir ideolojiyi işaret ediyor. Müslümanlık, ideolojileri aşan bir inancın insanileşmiş haliyken İslamcılık, İslam inancının ‘insansız’ bir siyasal iktidar hareketine dönüştüğü bir kitle hareketi; bir tür insansız İslam’ı tarif ediyor. Birincisi, siyasetin amacıyken ikincisi aracı oluyor bu yüzden.
İslamcılar, sonuna kadar iktidar istiyor ve ancak bu sayede yeryüzündeki bozuklukların ve adaletsizliklerin ortadan kaldırılabileceğine, kılıcın kuvvetine inanıyorlar. Gündelik, mikro düzeyde siyasi görüş ayrılıklarına düşmeyi ayrışma ve hatta nifak unsuru görebiliyor, o nedenle de siyasal varoluşu büyük bir davaya kurban etmeyi marifet sayıyorlar. Nifaka düşmeyerek elde edecekleri büyük güçle her şeye kadir olan İlahi iktidarı birleştiriyor ve dolayısıyla da İslamcılığı Allah’ın yeryüzünde eyleme geçmiş hali olarak görmek istiyor, buna inanıyorlar.
İslamcılık, sürekli bir aktivizm ve güç istenci olarak kendini dışavuruyor. Zulme karşı duruyor ama iktidara geldiğinde, garip bir paradoks olarak karşıtlık üzerinden devşirdiği gücünü aldığı zemini kaybediyor ve düşünsel anlamda zayıflama eğilimine giriyor. O andan itibaren bütün mücadelesi adaletsizliklerle ve zulümle değil kendinden olmayanla olmaya başlıyor. İktidarını sürdürebilmek için bu tür bir çatışmadan beslenmek zorunda kalıyor. Elinde kalan, bu dünya iktidarından ibaret olduğu için kendine yeni büyük ‘dava’lar icat etmesi gerekiyor ve kaçınılmaz bir hamasete bürünüyor.
İslamcılık ne denli karmaşık, ezoterik ve anlaşılmaz laflar ediyorsa gerçek anlamda Müslümanlık da bir o kadar tumturaklı sözlerden uzak bir sadelikle karşımıza çıkıyor. İcat edilen karşısında kendiliğinden varolanın özgüveniyle söyleyeceklerini basitçe söyleyip geriye çekiliyor. Bizi peşinden sürüklemek için uğraşmıyor ya da süslü laflarla büyülenmemize çalışmıyor. İslamcılık’takine benzer bir güç arzusuyla yanıp tutuşmuyor; daha mistik. Aslına bakılırsa Cennet’i de bu dünyada aramıyor.
Bu dünyanın fani ve sonlu, dolayısıyla Cennet olamayacak kadar geçici, adaletsiz ve hiçbir zaman İlahi bir düzene kavuşamayacak kadar insani bir yer olduğunu biliyor. Dünyevi olanı siyasete bırakıp, onu aşan inançlarını iman halinde yaşıyor. Müslümanlığın esas isteği evrensel bir İlahi düzenden çok ebedi bir kurtuluş ve sonsuzluğa bağlanış olarak karşımıza çıkıyor. İslamcılık, kağıt üzerinde olana mutlak bir inanç gerektirirken Müslümanlık her şeyden önce kendine ve birbirine inanmayı, ruhsal bir birlik halinde kurtuluşa ulaşmayı içeriyor.
İslamcılar, dini daha çok ve daha iyi biliyorlar. Dinin, daha çok bilmekle ilgili olduğunu sanıyor, kabuk bilgilerle yaşamakta kurtuluş arıyorlar. Ezberden Kur’an okuyabiliyor ya da hayatın her alanına ilişkin dine gönderme yaparak konuşabiliyorlar (Basitçe ama demek yerine ‘amma’ demeyi pek seviyorlar!). Düşünmeyi, yaratıcılık ve yeni fikirlerin bireysel üretiminden çok nakil ve bir takım nasların ezberlenerek inanç haline getirilmesi sürecine dair yenilikler olarak görüyorlar. Bazı kalıplaşmış düşünceleri hakikat diye kabul etme baskısı altında radikal bir tutumla aykırı ve eleştirel olana karşı büyük bir öfke duyuyorlar. En büyük sermayeleri bunu yapamayanlar karşısında varolduğunu sandıkları psikolojik üstünlük ve ‘hak yolu’nda olma tekelinin ellerinde olduğuna olan inançları gibi gözüküyor.
Müslümanlık için önemli olan, bütün dünyayı değiştirip düzeltmekten çok -ve daha önce- bireysel olarak kişinin kendindeki bozuklukları ve sebep olduğu adaletsizlikleri düzeltmek gibi duruyor. İslamcılar’da, insanların yaşadıkları acılar için sonradan, yaşandıktan sonra harekete geçme ve hesap sorma sorumluluğu esasken Müslümanlık’ta acılar henüz yaşanmadan, üstlenilen mesuliyet belirleyici oluyor. Hesap sormaktan önce hesap vermeye dönük bir tavır öne çıkıyor. Bu yüzden de her Müslüman yeryüzünde yaşanan her acıdan ve adaletsizlikten kendisini sorumlu hisseder, kendisini aynı zamanda sorunun bir parçası görürken İslamcılar kendilerini çözümden sorumlu hissediyor, sorunun kaynağını sürekli olarak kendi dışlarında görüyorlar.
İslamcılık, sonsuz olandan güç alıp bu dünyayı değiştirmek isterken Müslümanlık, bu dünyadan güç alıp sonsuz olana kavuşmayı istiyor. Bu yüzden de gerçek iktidarı kitle hareketlerinde değil bireysel iradede arıyor. Bu anlamda sonuna kadar ferdiyetçiyken İslamcılık tam anlamıyla evrenselci –boşlukta yüzecek kadar hem de. Tam da bu yüzden, büyük hareketler doğurma kabiliyetine sahip olsa da büyük düşünce ve kültür adamları çıkaramıyor, nitelikli bir ahlak üretemiyor. Anlamaktan çok açıklayıp ikna etme peşinde koşuyor. İslamcı birey ancak bu büyük hareketin parçası olduğunda gücünü hissedebildiği için sanatın ve düşüncenin toprağı olan yalnız bireyin zihinsel gücüne ulaşamıyor. Kaba bir realizmin altında muhayyel bir sanat dünyası kuramıyor.
İslamcılık, bir tür topraksız Müslümanlık olarak topraksız milliyetçilikle uzlaşır gibi gözükse de aslında her ikisi de bu toprakların ürettiği temel bakışla büyük çelişkiler taşıyor; beklenmedik durumlar karşısında yönlerini bulmakta zorlanıyorlar. Bu noktada ‘yerlilik ve millilik’ yakıcı bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.
İslamcılar’ın büyük bir özgüvenle söyledikleri şeyler –Nurettin Topçu gibi söylersek- bereketli topraklar üzerinde alın teriyle çalıştıktan sonra tarlasının kenarında kasketini ters çevirip namaza duran sıradan bir köylü için çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Onun için İslam, güneşin inanılmazlığına her başını kaldırdığında teninde duyduğu sıcaklık kadar derisine işleyen bir yaşatıcı kendindenlik iken İslamcılar toprakta hiç çalışmamış ve terli alınla güneşte yanmamış temiz yüzlü şehirli çocuklara benziyorlar. Müslümanlığın ürettiği yerlilik, insanlığa açılırken İslamcı yerlilik -yersiz bir yerlilik olarak- büyük insanlık ailesini tam olarak nereye davet edebileceğini bilmemenin verdiği telaşlı bir yer açma mücadelesi gibi duruyor.
******
Bir büyük yazarın söylediği gibi, İslam’ı belki de ezan sesinde değil ezan sesinin içimizde hissettirdiği ürpertici ümitlerimizde aramak gerekiyor ve bunu yapmak belli ki bizim İslamcılar’ın başarabilecekleri bir şey gibi gözükmüyor.
Ve galiba, son zamanlarda yaşanan deizm tartışmalarını ve muhafazakar camianın kendi içindeki çatışmalarını biraz da buradan görmek gerekiyor.