Biraz geç de olsa, o ‘muz meselesi’ Türk yayın mecralarına da yansıdı. Çünkü sonuçta 18 suriyeli ‘misafir’ sınır dışı edilmek üzere gözaltına alındılar.
Evet, Victor Hugo’nun ünlü roman kahramanı Jan Valjan’ın tüm hayatı aşırdığı bir ekmek nedeniyle kararmıştı, ama o, ekmeği gerçekten çalıp yemişti, halbuki şimdiki olayda muz sadece bir kelimeden ve bir sanal olgudan ibaret, sosyal iletişim dediğimiz sanal dünyada gördüğümüz bir şey. Ve o ‘şey’i yapanların hayatları bir anda kararıverdi.
Aslında muz öteden beri hep bir sorun teşkil ediyordu. Suriye’de, yetmişli yılların sonlarına kadar muz yasak bir meyve gibiydi. İthal mal olduğundan dolayı çok pahalıydı ve öyle olduğu için de pazarlarda pek görülmezdi.
Sadece yüksek gelirli mahallelerdeki manavlarda bazen görmek mümkündü, her zaman değil ama. Taşra ise muz diye bir şeyin varlığından bile haberdar değildi. Ben ‘ilk muz’umu ne zaman yedim, hatırlamıyorum. Ama sorun o tadı tanıdıktan sonra başlıyordu. Artık karşılaştıklarında bakmakla yetinmeyi öğrenecekti o zamanın çocukları. (Büyük ihtimalle büyükleri de ama onlar dışa vurmazlardı).
Seksenli yıllarda yerli muz üretilmeye başlayınca durum değişti. Daha ufak fakat daha tatlıydı Suriye’nin Akdeniz kıyılarında üretilen yerli muzlar. Ama fiyat olarak hep ithal muz fiyatlarını izliyordu, normal ekonomik kurallar gereği; aralarındaki fark pek büyük değildi. Ama yine de yerli muz, muz tüketiminin demokratikleşmesine katkıda bulundu. Artık piyasada bol bol muz vardı.
Tahminimce Türkiye’nin muz tarihi de aynı çizgide seyretmiş olacak ki o sokak röportajındaki kişi o meşum muz lafını sarf ediverdi. Demek ki muz, uzun yıllardan beri canımın hiç çekmediği o meyve, hâlâ bir refah seviyesi ölçeği olarak kabul görüyormuş.
Son zamanlarda birçok benzer tv sokak röportajında hayat pahalılığından şikâyet eden Türkiye vatandaşları görüyoruz. Genellikle ekmekten söz ederler, sebze- meyvenin pahalılığından. Ama muz kelimesi ilk defa kullanıldı ve büyük bir etki yarattı. Demek ki bu meyve sihirli bir karizmaya sahip.
Baba Hafız Esed zamanında muhalif sayılan kişiler tutuklanıp yıllarca yargısız hapis yatarlardı. 1991’e geldiğimizde o uzun yıllar hapiste yargısız tutulan ‘talihliler’ (çünkü hayatta kalmaları da bir talihti) nihayet yargı önüne çıkarıldılar. Ama olağan yargı değil, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ydi. Ve yüzlerce tutuklu o zamana kadar hapiste yattıkları süreden fazla hüküm giydi; 8 yıl, 10, 15, 20 yıl…
Hafız Esed bu değişikliği Sovyet bloğunda gerçekleşen büyük değişimler, özellikle de Romanya’da çıkan halk ayaklanmasının Çavuşesku rejimini alaşağı etmesinin ardından, kendine göre bir ‘reform’ olarak tasarlamıştı. Çavuşesku’ya çok benzediğini biliyordu ve onun trajik akıbeti Hafız’ı ciddi bir şekilde korkutmuş görünüyordu.
Beşşar Esed ise daha elle tutulur bir ‘reform’ yapmıştı; artık siyasi tutuklular Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne değil normal mahkemelere çıkarılıyor, hapis hükümleri görece daha düşük olabiliyordu; 2-5 yıl arasında.
Peki neydi bu kişilere yöneltilen suçlamalar?
‘Milletin psikolojisini zayıflatmak’, ‘devletin heybetine kastetmek’, ‘yalan haberler yaymak yoluyla halk arasında fitne yaratmak’ bu suçlardan bazılarıydı.
Görüldüğü gibi böyle suçlamalar çok esnek (bir o kadar da saçma) olduğu için, insanlar konuşmak için ağızlarını açtığında, acaba söyleyeceklerim kutsal bir şeyleri zayıflatabilir mi, daha kutsal bir oluşumun heybetini tehlikeye atabilir mi, ulvi bir varlığı incitebilir mi gibi yakıcı sorularla boğuşur ve konuşmaktan-yazmaktan vazgeçerlerdi.
Yine de ‘reformist’ tarzda yargılanmayı göze alarak konuşanlar oluyordu ama bu dönem de ‘Şam baharı’ diye adlandırılan Beşşar Esed’in iktidardaki ilk yılında sona erdi. Ağustos 2001’de milletvekili Maamun Kuweyfeti’nin tutuklanmasıyla başlayan ‘bahar sonrası’ süreç, Eylül’de 20 yıllık yargısız ve tam tecrid altında geçen tutukluluğundan henüz çıkmış olan komünist lider Riyad Attürk, eski milletvekili Riyad Seyf ve başkalarının tutuklanıp yargılanmalarıyla devam etti.
Yukarıda söz ettiğim suçlamalarla mahkemelere sevk edilip 3-5 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Ve Suriyelilerin uzun suskunluklarına göreceli olarak son verip konuşmaya başladıkları o sahte bahar bir yıl geçmeden sona erdi, yeni bir sessizlik dönemi başladı. Ta ki 2011 Baharına kadar…
O yıl Şubat ayının 18’inde başkent Şam’ın Alharika adlı ticari çarşısında Arap baharının Suriye’deki ilk işareti olarak önceden planlanmamış küçük bir gösteri oldu.
Bir trafik polisi o sokakta genç bir adamı herkesin önünde tartakladı. Bunun üzerine sokakta bulunan insanlar ve esnaf ‘Suriye halkı ezilmez!’ diye slogan atmaya başladı. Olay yerine o zamanın İçişleri Bakanı Welid Semmur geldi ve halkı yatıştırmak için şöyle dedi: “Arkadaşlar, bu yaptığınız bir gösteridir, ayıp ediyorsunuz!”
Tunus’tan başlayarak Mısır’a, Libya’ya, Yemen’e sıçrayan halk devrimi dalgası, Suriye’deki Esed rejimini büyük ölçüde ürkütmüştü. Alharika gösterisini tatlılıkla dağıtmak bu nedenle makul bir seçenek olarak öne çıkmıştı.
Protesto gösterilerinin ‘ayıp’ olduğu bir ülkede, daha sonra, Mart ayından itibaren ülkenin her yerinde binlerce gösteri yapılacak, her gösteride birkaç kişi vurulup ölecek ya da yaralanacaktı.
Hikâyenin geri kalanı malum.
Şimdi düşünüyorum da, sosyal medyada muz yemek eylemiyle gündeme gelen 18 Suriyeli genç ‘halkı kışkırtmak, düşmanlık ve nefret duygularına sebep olmak’la suçlanıyormuş.
Meğer sadece muzun tarihinde ve prestijinde değil başka şeylerde de benzeşiyormuşuz.