[9 Aralık 2018] Ne yapayım; artık sadece hafta sonları düşünecek ve çalışacak zaman bulabiliyorum. Bir yandan, yazmak, aklımdan geçenleri söylemeyi sürdürmek ihtiyacındayım (aksi takdirde boğulabilirmişim gibi geliyor). Diğer yandan, Pazartesi’den Cuma’ya dersler (sadece İHÜ’de dört, bir de Sabancı’da olmak üzere beş ders veriyorum bu dönem), toplantılar, öğrenci randevuları birbirini izliyor. Üstelik bu sefer araya, Prof. Levon Zekiyan’ın Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği bir konferans da girdi: “Küresel Bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler: Kültür ve Ekonomi.” Dün (8 Aralık Cumartesi) ona bir bildiriyle katıldım, Türk milliyetçiliğinin Ermenileri nasıl gördüğüne dair. Eh işte, o son yorgunluğun da ertesi sabahı, bu sefer Serbestiyet’e konsantre olup zar zor yazmaya çalışıyorum.
Nerede kalmıştık? Hukukun siyasîleşmesi, olağanüstüleşmesi ve “devletin kendini savunma ihtiyacı” gerekçesiyle giderek icranın emrine girmesi süreçlerinin tarihsel arkaplanlarına; geçmişte bunu savunmuş, hattâ teorileştirmiş olan Nazi ve Sovyet hukukçularına; örneğin Carl Schmitt’e (ve daha sırası gelecek olan Andrey Vyshinsky’ye); sonra Schmitt’ten de geriye, 19. yüzyıl Alman devletçi-milliyetçiliğinin hukuk, tarih ve siyaset düşüncesinin belki en güçlü, en kesif temsilcisi diyebileceğimiz Heinrich von Treitschke’ye gidiyordum. Zira katıksız bir devlet fetişizminin en berrak ifadeleri, oralarda bulunabiliyor.
Üstelik bu kavramlar henüz 1920’ler ve 30’ların reel diktatörlük uygulamalarına bulaşmamış, yani tamamen pratiğe batmamış bir durumda. Bir kere Faşizme ve Nazizme (ya da Stalinizme) geldiğimizde ise, artık herşey çok ekstrem noktalarda, Auschwitz ve Gulag’ın gölgesinde. Lânetlemek, ayrıştırmaktan çok daha kolay. Hitler deyince çoğu insan sadece müşahhas kötülük algılıyor. Oysa diyelim 19. yüzyıl sonu veya 20. yüzyıl başlarında daha teorik, âdetâ pür teorik diyebileceğimiz konseptler söz konusu. Henüz Nazizm değil, ama Nazizmi haber veriyorlar. Avrupa kültürü ve düşüncesinin pek çok alanında bu böyle zaten. Bir yandan demokrasi gelişiyor, evet. Lâkin aynı zamanda zıddı da gelişip güçleniyor. Bireyselliğin ve bireyciliğin karşısında kollektivizm ve otoritarizm; rasyonalizmin karşısında mistisizm; modernitenin ve modernizmin karşısında ortaçağcılık (kana ve toprağa dönüş); seçimlerin ve parlamentonun karşısında (liberal menfaatçiliğin yol açacağı bölünme ve parçalanmayı önler diye gerekçelendirilen) tek ve güçlü lider fikri (Führerprinzip), “katı sandıkları herşeyin buharlaşması”ndan (Marx ve Engels: all that is solid melts into air) korkuya kapılan kesimlerde çekicilik kazanıyor. Avrupa dışına uzanan sömürgecilik zaten 1490’lardan beri mevcut. Beraberinde Atlantik köle ticaretini ve Yeni Dünya köle ekonomilerini de getiriyor. Üzerine 1870-1914 arasının Yeni Emperyalizmi biniyor. Her iki dalganın ideolojik uzantısında, ırkçılık yaygınlaşıyor, neredeyse doğal kabul ediliyor. Afrika, Amerika, Güney ve Güneydoğu Asya, Avustralya ve Yeni Zelanda yerlilerinin aşağı ırklar sayılmasına, Batının kendi içinde Yahudi düşmanlığı tekabül ediyor. Çeşitli günah keçisi arayışlarını karşılıyor.
Açıktan liberalizm ve demokrasi düşmanlığı. Devletçilik ve lidercilik. Aşırı milliyetçilik. Dışlayıcılık ve saldırganlık. Aktivizm; eylem uğruna eylemcilik. Milletlerin boğuştuğu ve sadece en güçlülerin hayatta kaldığı bir cangıl olarak uluslararası siyaset. Yani Sosyal Darwinizm. Oradan, toplumların nihaî erkeklik sınavı olarak savaş hayranlığı. Militarizm. Irkçılık. Özel olarak anti-semitizm… Hepsi mevcut, 1850’lerden 1910’lara. Ama henüz sistematik değil; ideolojik açıdan bütünlenmemiş, tek ve kapsayıcı bir pakete dönüştürülmemiş. Esasen öyle bir sentezleştirmeyi Faşizm ve Nazizm yapacak. Dolayısıyla 1920’lere, Mussolini’nin iktidara gelmesine ve bir yere kadar onu örnek alan Hitler ile NSDAP’ın yükselişe geçmesine kadar, tarihçilerin ancak proto-faşizm (ön-faşizm) diyebildiği bir halita söz konusu. (Yıllardır derslerimde de kullandığım bazı temel kaynaklar için, bkz William Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich (1960) içinde, 4. Bölüm: The Mind of Hitler and the Roots of the Third Reich (s. 120-164). Ayrıca bkz Peter Davies ve Derek Lynch, Routledge Companion to Fascism and Far Right; Michael Mann, Fascists (özellikle Bölüm 1-2, s. 1-91); Philip Morgan, Fascism in Europe, 1919-1945; Paul Crook, Darwin's Coat-Tails; Peter Dickens, Social Darwinism.) Türkiye’de bu ön-faşizm aşamasına İttihatçılar denk düşüyor; özellikle Sosyal Darwinizm ve Ermenilere uygulanması açısından, tabii Talât Paşa müstesna bir yere oturuyor.
Carl Schmitt’in 19. yüzyıl öncüllerine dönecek olursak, karşımıza derhal (yukarıda bir gençlik eskiz-portresi ile yetişkinlik fotoğrafımnı gördüğünüz) Heinrich von Treitschke çıkıyor. Gerçekten de, proto-faşizm adına ne ararsanız var Treitschke’de. Öyle ki, bazı alıntıları nasıl tasnif edeceğinizi de bilemiyorsunuz. Deneyelim. Aydınlanma, liberalizm, kuvvetler ayırımı ve birey haklarına karşı, otoriter monarşizm: Alman milletine “Fransız liberalizminin nüfuzu” (Eindringen des französichen Liberalismus) çok zararlı etkiler doğuruyor. Irkçılık: “Cesur kavimler yayılır, korkak kavimler yokolur.” Irkçılık ve Sosyal Darwinizm: Almanlar ile diğer Doğu Avrupa halkları (Polonyalılar, Litvanyalılar ve Eski Prusyalılar) arasında “amansız bir ırkî mücadele” cereyan etmekte (1862). Sosyal Darwinizm, irrasyonalizm, Ortaçağ mistisizmi: “Soylu Alman kanı”nın “döllendirdiği” “doğu Alman toprakları,” özel ve “büyülü” bir karakter arzediyor. [Bu teoriler sadece o sırada Lehlerin Almanlaştırılmasının değil, ileride Hitler’in üstün Alman ırkı için doğuda Lebensraum (yaşam alanı) arayışının da temelini oluşturacak.] Anti-semitizm: “Yahudiler parayı işletme yeteneklerinden ötürü bir zamanlar Alman tarihinde zorunlu bir rol oynadı. Ama Aryanların artık maliyenin inceliklerine vâkıf olduğu bugün, Yahudiler gerekli değil. Değişik milliyetlerin maskesi ardında saklanan uluslararası Yahudi, çözücü ve parçalayıcı bir etki kaynağı; bundan böyle dünyaya herhangi bir faydası olamaz.” Gene anti-semitizm: “Yahudiler bahtsızlığımızdır” (Die Juden sind unser Unglück!). Yıllar sonra bu, Julius Streicher’in haftalık Der Stürmer [Hücum Taburcusu] dergisinin değişmez baş sayfa sloganı haline gelecek. Brecht de karşılığında, “Yahudi, halkın bahtsızlığı” (Der Jude, ein Unglück für das Volk) başlıklı sarkastik şiirini yazacak. Sömürgecilik: “Her erkek halk sömürgeler kurmuştur. Güçlerinin doruğundaki bütün büyük uluslar, barbar diyarlarına damgalarını vurmayı arzulamıştır ve bu büyük rekabette yer almayı başaramayanlar gelecekte acınacak bir konumda kalacaktır.” Militarizm, hattâ kitlesel imha savaşları (etnik temizlik, soykırım): “Irklar arasındaki, karşılıklı ve şiddetli düşmanlığın doğurduğu meşum çatışmada, kesin sonuçlu imha savaşlarının kanlı vahşeti, mağlupları vahşi hayvanlar düzeyinde tutan sahte ve tembelce bir merhametten çok daha insanî, çok daha az mide bulandırıcıdır.”
Böyle böyle gidiyor, 1863’teki Freiburg profesörlüğünden, 1866’da Berlin’e gitmesi ve Prusya vatandaşlığına geçmesine; Sedan zaferi ve Alman İmparatorluğu’nun ilânı sonrasında, 1874’te Berlin (Humboldt) Üniversitesi’nde profesör ve (Heinrich von Sybel’in ölümü üzerine) 1895’te, yani aslında kendisinin de pek az ömrü kalmışken, Alman tarihçilik mesleğinin en üst mevkii demek olan Historische Zeitschrift’in genel yayın yönetmeni olmasına.
(Peki, neden proto-faşist diyoruz de doğrudan faşist demiyoruz? Çünkü Faşizm ve Nazizm yepyeni ve bağımsız, üstelik aşağıdan yukarı, pleb karakterli, sokaktan gelme siyasî akımlar olarak henüz mevcut değil. Bütün aşırı sağcılığıyla birlikte Treitschke, son tahlilde bir Eski Muhafazakâr. Birinci Dünya Savaşı sonrasının eşi görülmedik 20. yüzyıl vahşetlerinin dünyasına değil, çok daha elit ve henüz daha “medenî” kalan bir 19. yüzyıl dünyasına ait. Bismarck ve II. Wilhelm devletini yetersiz görüp, liberalizmle, solla, işçilerle, aşağı sınıflarla savaşmak uğruna apayrı bir ideoloji ve hareket kurmaya kalkmıyor. Fikirlerini mevcut düzene telkin etmek dışında bir vizyon peydahlamıyor.)