Numara 37

Ah, şimdi hatıralar mahallesinde

Misak-ı Milli Sokak No.37

Orası bütün evler, bütün ömür içinde,

Mesut olduğumuz evdi

Ziya Osman Saba (1950)

Geçer gideriz sokaklardan, ayaklarımızın izleri başka ayak izlerine karışır. Farkında olmadan değişir yaşadığımız mahalle; sokaklar başkalaşır, geriye anıların biriktiği hüzün kalır. Hastalığının ileri aşamasında, ölümünden çok az bir süre önce yazdığı şiiri, Selim İlerinin yazdığı ‘İstanbul Kitaplığı’ serisinin 6. cildinde, geç de olsa okumasaydım eğer, ünlü şair Ziya Osman Saba ile yolumun kesiştiğini bilemeyecektim elbette. 1930’lu yılların başında nişanlısıyla ev arayan Saba, Misak-ı Milli Sokak, No.37’de bulduğu iki oda bir salon, cumbalı evi, ömrünün sonuna dek unutamaz. Bir süre sonra taşındığı ev ve mahalle, şairin içine işlemiş olacak ki ölüm döşeğinde “Hayatımın en mesut günlerini geçirdim” dediği evin şiirini yazar. 1957 yılında 47 yaşındayken hayata gözlerini yuman Saba da mahallenin değişiminden yakınarak şöyle devam eder o şiirde:

Bir çocukluk oyunu mu oynardık orada?

Sen gelin olmuştun, ben güvey.

Sen öyle güzel ben daha genç.

Yepyeni, taptazeydi her şey.

Söz birliği etmiş, şimdi saksılar, perdeler.

Elektrik lambasıyla değiştirilen fener.

O sokağa ne zaman yolum düşse bir ses:

Günler geçti, geçti, geçti… der.

 

Şairin bir ömre sığdırdığı ve şiirini yazdığı sokaktaki değişimi, birkaç yıla sığdırdım desem yalan olmaz. Sürekli geçip gittiğim sokak ve mahalle sihirli bir el değmişçesine değişiyor, anılara yer bırakmadan. Işık hızıyla yaşadığımızdan mıdır nedir, Ziya Osman Saba’lar da çıkmıyor artık. Bir 10 yıldan fazladır şiirin geçtiği sokağın olduğu Yeldeğirmeni Mahallesi’nde yaşıyorum. Mahalleyle tanışmamsa 30 yıldan fazladır. Dün akşam geçerken Misak-ı Milli Sokak’tan, özellikle baktım 37 numaraya, bir iş hanı olmuş. O kadar sıradan ki özellikle bakmasam bilemeyecektim orada ne olduğunu. Zaten sokakta bir ya da iki cumbalı eski ev kaldı. Şairin,

Akşamlar iner, ‘kaymak yoğurt’çularla,

Kaldırımlar benim için gölgelenirdi.

Saatler ilerler bozacılarla,

Derken bir komşu seslenirdi” diye tarif ettiği sokakta, pavyonlardan yükselen elektro bağlama sesleri duyuluyor daha çok. 90’lı yılların ortalarından itibaren tek tekçi meyhanelerin yerini ‘türkü bar’ adı altında birbiri ardına açılan pavyonlar aldı. Birkaç yıl öncesine kadar, geceleri gürültü sesine silah sesleri karışırdı. Herkes kendi yerini sabitlemiş olacak ki silah sesleri duyulmuyor, cinayet işlenmiyor artık Misak-ı Milli Sokak’ta…

Bütün nobranlığa karşın, İstanbul’un en çok eski evinin olduğu mahalle, özellikle son birkaç yıldır hızlı bir değişimin içine girdi. Kiralar ucuz diye açılan sanat atölyeleriyle beraber, kafeler çoğaldı. Öyle çoğaldı ki Yeldeğirmeni sakini bir arkadaşım geçen gün “Bugün Yeldeğirmeni’nde yeni bir kafe açılmadı…” diye tweet attı ki gerçekten haber değeri vardı bunun. Mahallenin eski sakinleri uzaktan izliyor bu değişimi; bakkalları, terzileri, tesisatçıları gidiyor bir bir…

Bu kış, kartopu oynarken bıçaklanarak öldürülen sevgili dostum Nuh Köklü’nün öldürüldüğü yerde kafe açıldığını gördüm dün. Yıllarca aktar olarak çalışan dükkânın etrafı, cinayetten sonra sacla kapatıldı. Önünden geçmek istemediğim sokağa girdiğimde ne göreyim, örtünün altından bir kafe çıkmış. Katil içeride, kafede gençler oturuyor. Belli ki el değiştirmiş… Zamanın ruhu bunu gerektiriyor demek.  

Bilenler bilir Yeldeğirmeni’nin denize uzanan dikey sokaklarının arası gizli bahçedir. İki sokak arası nefes alınacak yeşillik sunar sakinlerine betona inat. Benim oturduğum sokak da öyle. Evimin hemen karşısında, iki ayrı ahşap ev vardı, virane. Yıllar yılı, biri onarsa diye bakıp durdum. Derken biri onardı ahşap evlerden birini. Güzel de oldu. Aradan bir yıl geçti, bahçeye Arnavut kaldırımı döşedi evi yapanlar. Herhalde üzerine toprak döküp güzel bir bahçe haline getirecekler diye düşündüm. Safmışım… Bir gece aniden demir profillerle kapadılar bahçeyi, üzerine de beyaz bir çatı. Adam bahçeyi eve kattı belli ki, ortada hilkat garibesi bir zengin kondu oluştu. Kadıköy Belediyesi’ne haber verdi mahalleli. Fotoğrafını çekip gönderdik. Aradan bir ay geçti, ne gelen var ne giden. Bahçeye bakmak gelmiyor içimden… ‘Kentsel dönüşüme’ girdi bizim sokağın bahçesi. Asıl işi müteahhitlik olan belediye başkanından onay almışlar belli ki uğrayan eden yok. Saba gibi yeteneğimiz yok ki hüzünlü bir dize yazalım. Yine de bu durumu en iyi Neyzen Tevfik anlatırdı eminim…

Yazıya oturdum, malum seçimler eli kulağında. Yüksek siyasetten dem vurup afili kelam edecektim. Demokrasi, seçim, şu, bu, falan, filan. Yaşadığı yeri bir seyirci gibi izleyen bir faniyim sonuçta. Ama aklıma düştü, geçen sabah Paris Mahallesi’nden geçerken senenin ilk dutunu yedim. Rüzgâr vardı, dutlar döküldü Arnavut kaldırımlı sokağa. Yol arkadaşım iç çekerek mırıldandı: “Şöyle sofra bezi olacak büyük. Silkeleyecek biri dallarını. Oturup afiyetle yiyeceksin. Kalabalık olacak bezin etrafındakiler.”

Toplayanın edenin olmadığı sokaktaki dutlardan birini elime aldım. Arkadaşımın 'sakın yeme' serzenişine aldırmadan hafifçe üfleyip ağzıma attım. Sonra, yürüdüm gittim yoluma…

 

- Advertisment -