Nerden esti, nasıl oldu, kim etkiledi, bilmiyorum. Fakat çocukluktan beri Eflatun-Beyazlılara gönül verdim, fanatik bir Real Madrid taraftarı oldum. O vakitler takımımızı öyle rahat takip etme şansımız yoktu. Bilgi kaynaklarımız kıttı. Dünyamız tek kanallıydı ve elimizde bir tek “Avrupa’dan Futbol” vardı. Zihnim beni yanıltmıyorsa, Çarşamba akşamları saat 23.30 gibi yayınlanan bu programı dört gözle bekler, futbolcu isimlerini hafızama kazır, onların ekrandan kayışını hayranlıkla seyrederdim.
Altı kardeştik, üç abim evliydi. Büyükçe bir evde hep birlikte yaşayan geniş ve kalabalık bir aileydik. Elbette çok sayıda yeğenim vardı. Yeğenlerimin listesini sorsalar bir ağızda sayamazdım herhalde, eveler geveler kem küm ederdim. Ama benden Real’in kadrosunu isteseler hiç teklemeden hepsini tek bir nefeste sıralardım. Gol atmanın bir yolunu mutlaka bulan Santillana’lar, fizik kurallarına meydan okuyan röveşatalarıyla Hugo Sanchez’ler rüyalarıma giriyordu. Sonrasında Butragueno’lar, Michel’ler, Gallego’lar ve diğerleri, hepsi birer kahramandı benim için.
Sarsak Rush
Real’in derdi yetmezmiş gibi bir de Kızıllar vardı. Evet, kuşkusuz Real herkesi yensindi, ama İngiltere’de de hep Kızıllar kazansındı. Liverpool’un ne anlam taşıdığı, hangi kesimleri temsil ettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yani bilinçli bir tercih değildi bu. Yalnızca topuna imrendiğim, tarzını kendime yakın bulduğum futbolcular hep Anfield’da toplanıyordu. Keegan’ı seyrettim mi emin değilim, ama mahallede maç yaparken, çocuk kulağımıza fiyakalı gelen isminden de olsa gerek, “Keegan benim” diye birbirimize dalaştığımızı iyi anımsıyorum. Bir de Kempes vardı paylaşamadığımız, o ayrı bir bahis.
Kırmızı formayı giyen birçok favori ismim oldu; Dalglish, Rush, Barnes gibi. Hafif göbeği, hatırı sayılır kalınlıktaki bıyıklarıyla etrafımızdaki abilerimize benzettiğimiz Grobbelaar’ı kalede çok sempatik buldum. Dalglish’in liderliğine, sürükleyiciliğine, azmine şapka çıkardım. O sarsak Rush’ın ağzına leblebi atar gibi bu kadar rahat gol atmasına akıl sır erdiremedim. Barnes’in rakiplerini ipek üzerinde süzülür gibi çalımlamasına bayıldım. Daha yakın dönemlerde Fowler, McManaman, Owen, Gerrard gibi gözlerimi üzerlerinden alamadığım başka Kırmızılar da vardı.
Akan suları durduran Zidane
Ancak gençliğe adım atıp daha yakından izlemeye başladığımız dönemlerde Liverpool’a bir haller oldu. Kırmızılar en son 1990’da yarışı önde göğüsledi, ondan sonra bir türlü mutlu sona ulaşamadı. Teknik direktörler gitti geldi, flaş transferler yapıldı, ama o beklenen başarı bir türlü gelmedi. Bir ara Rafael Benitez takımın başına getirildiğinde içimde bir alev çaktı, ama o da çok sürmeden söndü.
Futbolseverlerin huyudur; sevdiği kulüpleri sanki kendi yönetiyormuş gibi düşünür, hoca ve oyuncu beğenir, onları kafasında takıma yerleştirir. Klopp, Borussia’nın başındayken parladığında bir ara gönlümden “Keşke bu arkadaşı Real’e alsak” diye geçirdiğimi anımsıyorum. Lakin o dönemlerde Real’in başında önce Mou, sonra Ancelotti vardı. İkisi de sevdiğim, hürmet ettiğim isimlerdi. Onlardan sonra da Zidane geldi.
Zidane söz konusu oldu mu bende akan sular dururdu — halen de durur. Real, Zidane’a teslim edildiğine göre Klopp’a yeni bir takım bulmak gerekirdi. En iyi adres, hiç şüphesiz Anfield’di. Klopp, gerçekten Anfield’a geldi ve bir inşa sürecini başlattı. Eğer dört yıl kulübün başında kalırsa bir şampiyonluk kazanabileceğini söyledi. Ancak verdiği sürenin sonunda Şampiyonlar Ligi’nden, UEFA Süper Kupası’ndan ve Kulüpler Dünya Kupası’ndan oluşan bir albüm yaptı.
Şapka çıkarmak
Tek eksiği Premier Lig şampiyonluğuydu. Geçen yıl nefes nefese geçen yarışta Pep’e geçildi. Ama bu sene Liverpool, bitime yedi hafta kala şampiyonluğunu ilan ederek PL tarihinin en erken şampiyonluk kazanan takımı oldu. Tepeden tırnağa hak edilmiş bir şampiyonluk bu. Tek bir Allahın kulu, bu şampiyonluk hakkında ileri geri bir lâf etmedi, edemedi. Eden çarpılır zaten. Herkes bu takımın şampiyonluğu bileğinin hakkıyla kazandığını kabul etti, oynadığı topu alkışladı.
Mükemmel bir takım Liverpool; her bir hattı, her bir oyuncusu ayrı bir takdiri hak ediyor. Kalecisi güven veriyor. Savunması sağlam duruyor, kurucu ve yaratıcı işlere imza atıyor. Orta sahası dinamo gibi işliyor. Forveti göz kamaştırıyor. “Bana beş milyon oyuncudan oluşan bir liste verseler yine bu otuz oyuncuyu seçerdim. Ne kazanacaksak bu ekiple kazanmak isterdim” diyor Klopp. “Çünkü birbirlerini iyi anlıyorlar.” Takım tıkır tıkır işliyor, oyunun sınırlarını zorluyor ve bu yüzden de hem gözü okşuyor, hem beyne hitap ediyor.
“Hayal ettiğimden çok daha fazlası”
Klopp “Hayal ettiğimden çok daha fazlası” olarak nitelediği şampiyonluğa iki isme ithaf etti. Kenny Dalglish ve Steven Gerrard. Dalglish’in kendilerine ne kadar büyük bir destek verdiğini bildiğini belirten Klopp, Gerrard için ise özel bir parantez açtı:
“Gerrard bu kulübü 20 yıl omuzlarında taşıdı. Baskıyı en fazla o göğüslemek zorunda kaldı. Bu sebeple şampiyonluğu ona ithaf etmekten büyük bir mutluluk duyuyorum.”
Liverpool’un ikonu olan ama 17 yıl terlettiği formayla bir şampiyonluk yaşamayan ve şimdilerde Glasgow Rangers’in hocalığını yapan Gerrard da, kadroya ve Klopp’a hakkını verirken asıl efsanevi Liverpool taraftarına işaret etti:
“Premier Lig şampiyonu Liverpool’u tebrik ediyorum. Muhteşem kadroyla ve harika bir menajerle inanılmaz bir başarı. Ve son olarak en önemlisi, 30 yıl boyunca bu anı bekleyen taraftarları kutluyorum. Parti başlasın!”
Gerçekten Liverpool taraftarı, sahadaki sonuç ne olursa olsun tribünde hep takımının yanında durdu. Her seneye “o sene bu sene” sloganıyla girdi ama otuz yıl boyunca sevincini hep bir sonraki sezona ertelemek zorunda kaldı. Yine de takımının yalnız yürümesine müsaade etmedi.
Liverpool için “o sene” nihayet “bu sene” oldu.
Ne diyelim; darısı uzun zamandır benzer bir hasretle yanıp kavrulan diğer takımların başına!