[20 Mayıs 2015] New Orleans’a ikinci gidişimdi. Dümdüz, yatay yayılmış bir yer. İki tramvay hattı dışında, kamusal ulaşım namevcut. Oralı değilsen ve araban yoksa, her yere taksiyle gitmeye mecbursun. Her seferinde 15-20 dolar. Telefonla taksi çağırmanın, on dakika hatta bekletilmeyi, on beş dakikada gelir denmesi ama gelmemesini, sonra tekrar ve tekrar aramayı, sonuçta yarım saat sırf böyle geçirmeyi içeren eziyeti de cabası.
Çaresiz, çıkıp başıboş gezmektense bu sefer de kaldığım döküntü motelde kendimi yazmaya verdim. Üçüncü kattaki odamda wifi çekmediğinden, tası tarağı toplayıp girişteki bara indim; bilgisayarımı duvardaki tek prizin dibine yanaştırdığım masaya kurup, tezgâhta bağıra çağıra bira içenlerin ve hemen iki metre arkamdaki, sırtımı döndüğüm televizyondaki beyzbol maçı yayınının ortasında, üç günde Serbestiyet’e (Düzeltme dahil) birbirlerine eklemlenen peş peşe iki buçuk yazı çıkardım. Aklımca, siyasete daha dengeli bir bakışa; 1-0, ak-kara kutuplaşmalarını aşmaya; kamplar-arası diyaloga; farklı politik tercihlerin normal addedilmesine katkıda bulunmaya çalıştım.
Ve sonra başka realitelere tosladım. (1) 17 Mayıs öğleden sonra New Orleans’in Louis Armstrong Havaalanı’na geldim ve karşıma, yukarıda başlıkta gördüğünüz, birilerinin face’inden atılmış, şimdi internette dolaşmakta olan tweet çıktı (ben sosyal medya kullanmadığımdan, bir arkadaşım tarafından bilgim olsun diye aktarılmış). Evet, aynen öyle diyor: Süleyman Demirel yoğun bakıma alınmış. Arkadaşlar “Cumhurbaşkanı ölsün” diye dua ederken isim vermeyi unutmayalım lütfen. Geçende de yanlışlıkla Kenan Evren gitti, yapmayın.
Zekice bir espri mi? Evet, kendi açısından belki zekice. Öyle ki, “Gezi zekâsı” diye göklere çıkarılan damarın ne olduğu hakkında bir fikir veriyor bize. Tebessüm edip etmeyeceğiniz, o duygu ve düşünce dünyasını paylaşıp paylaşmadığınıza bağlı. Söz konusu âlemde, demek ki bir, cumhurbaşkanının ölmesi için dua eden ve bunu gayet normal, doğal kabul eden bir kesim var. İki, kastedilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Üç, anlıyoruz ki kötülükler hiyerarşisinde Erdoğan en tepede. Hattâ bir tek o ölsün demek meşru. Süleyman Demirel’i ve Demirelli yıllarımızı geçirdim aklımdan. 12 Mart askerî rejimine parlamentoda destek vermiş; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı için partisine el kaldırtmış; sonra MC hükümetlerinin başını çekmiş; başbakan yardımcılığını Alparslan Türkeş’e verip gerek polis teşkilâtını ve gerekse Millî Eğitimi teslim ettiği MHP’nin palazlanmasında başrolü oynamış; 1977’de Faik Türün’ü aday göstermiş. Keza Kenan Evren’i düşündüm bir süre. 12 Eylül diktatörlüğünün lideri, Diyarbakır işkencecilerinin hâmisi, henüz 18 yaşını doldurmamış çocukların idamının sorumlusu, “asmayalım da besleyelim mi”ci Evren. Bu tweet yazarına göre, anlaşılan ikisi de görece daha iyi. Daha gerilerde yer alıyorlar.
Bir düşündüm; bunları yazıp çizen ve aralarında gülüşenler hayat ve ölüm karşısında nerede duruyorlar acaba? Koyu ve korkunç bir şiddet ânını yaşamışlar, dehşetin kokusunu solumuşlar mıdır hiç? O meşhur Rumeli eşkıya türküsü geldi aklıma. Mezar taşlarını Hasan / koyun mu sandın / Adam öldürmeyi Hasan / oyun mu sandın? Çok mu romantik, eğlenceli toz pembe bir şey sanıyorlar, Barbie bebekleriyle İnce Memet oynamak misali? İnsan Erdoğan’ın sıkıyönetim başkomutanlığına, işkenceciliğe, cellâtlığa mümasil ne yaptığını da merak ediyor doğrusu. Olağanüstü hal mi ilân etmiş? Herhangi bir istibdat yasası mı çıkarmış? Zamanında işkence mi çoğalmış? Hangi temel hak ve hürriyetler kötüye gitmiş?
Ne yapmış size, ölümünü istemeniz için? Hep kazanmaktan gayri?
(2) Bunları düşünerek uçtum New Orleans’dan Houston’a. Hep aynı 17 Mayıs akşamı, “W”nun değil babasının adıyla anılan George Bush Havaalanı’na indim; üç saat vaktim var diye gene bir yer bulup laptop’umu açarak internete bağlandım… ve bu sefer de karşıma, üstte Erdoğan’ın sağ eli havada konuşurkenki resmi ve onun altında “Yüzde 52 oy aldı idam kararı verdiler” manşeti çıktı. Dehşet içinde bakakaldım, aynı “Gezi zekâsı” ve mağlup nefretinin bu ikinci örneğine. Dün (19 Mayıs) İstanbul’da kendimi toplamaya çalışırken, Erdoğan’ın “Avucunu yalarsın” reaksiyonuna karşı Hürriyet’in hiç öyle Mursi’den söz ederken Erdoğan’ı hedef göstermek gibi kötü bir kastımız yoktu diye özetlenebilecek savunmasını okudum. Kendi kendime sordum; büyük bir gazetenin manşetine karar verilirken, yazı kurulundan kaç kişi oradadır acaba? Beş? On? On beş? Haydi diyelim ki böyle berbat bir ima, ilk başta kimsenin kafasından geçmemişti, niyet olarak. Peki de, bir Allahın kulu çıkmaz mı, bu kadar aşikâr bir çağrışım olasılığını fark edip, hop, bir dakika, bu böyle de anlaşılabilir diyecek? Benim ve daha binlerce okuyucunun nano-salisesinde algıladığımızı tek bir tecrübeli editör mü fark etmez. Hele Ertuğrul Özkök’ün ve diğer bazı köşe yazarlarının meydan okumalarıyla karşılaştırdığımda, zerrece ikna edici bulmadım.
Hiç değişmeyecekler, diye geçirdim içimden. Biz ne kadar nüanslandırmaya, dengeli konuşmaya, grinin açığı ve koyusunu görmeye çalışırsak çalışalım, birileri illâ nefret, illâ kutuplaşma, illâ karşısındakine hayat hakkı tanımayacak imhacı bir boy ölçüşme talep edecek. Ama belki de iyi oldu; neyle ve kimlerle karşı karşıya olduğumuzu, mücadelenin konusunu tekrar hatırlattılar. Umarım seçim kampanyası asıl ruhu ve özünü bulur bu sayede. Buna cevabı gene sandıkta halk versin. Yenilsinler ve çok fena yenilsinler; altında kalsınlar kendi kaldırdıkları taşın. Bu da Ahmet Kaya’yı ve Hrant Dink’i hedef göstermeleri gibi, Andıççılıkları gibi, 367’cilikleri gibi, “eller kaosa kalktı” manşeti gibi, bir diğer büyük rezillikleri ve sırf rezillikleri de değil aynı zamanda bir diğer muazzam ve muhteşem bozgunları olarak tarihe geçsin.
2002’den bu yana hiç böyle bir şey yazmamış, düşünmemiş, telâffuz etmemiştim. İnsanı zorla zıvanadan çıkartıyorlar ve bu da benim bedduam oldu işte.