Ölüm Kafelerini (Death Cafe) duyduğumda şaşırmamıştım doğrusu. Ölümü bu kadar hayatın dışına sürmek sürdürülebilir bir hal değil. Yaşamın en büyük gerçekliğiyle yüzleşmeden halleşmeden nasıl hayat bulabiliriz.
Ölümlü dünyada bir yandan pervasızca başkalarının hayatına kastedilirken bir yandan da ölümü ötelemek için akla gelmedik yöntemler geliştiriliyor. Modern hayat yaşlıları, çirkin diye tanımladıklarını, sağlığı bozulanları hatta kilo alanları kendince elemeye yaşamın dışına atmaya çalışıyor. Fakat ölüm korkusu en beklenmedik zamanlarda genç yaşlı herkesin zihninde başını çıkarıp aklı darmadağın eder.
Modernliğin insanı sürekli gelecekteki gelişmelere angaje eden vaatkâr paradigması, ölümsüzlüğe ulaşma hedefini de barındırıyordu ama artık daha çok şimdiye bakıyor insanlar. Ölümü bir hakikat olarak ele alıp üzerine konuşmak için binlerce insan kafelerde buluşup konuşmaya başlamış sır küpü gezegenimizde.
Dünyada son verilere göre 30 ülkede 1808 Ölüm Kafesi açıldı. Arjantin’den Yunanistan’a, Meksika, İsviçre, Kore’den İngiltere’ye sayısız ülkede daha önce tanışmayan insanlar toplanıp kahve ve kek eşliğinde ölümü konuşuyor.
Yönetmen Ingmar Bergman’a gidişatı kötü olan bu dünyayı ne kurtaracak diye sorduklarında “utanç” demişti, “bu dünyayı utanmak kurtaracak.” Utanç çok kıymetli ama kimden utanacak insan. Tasavvuf erbabı ölüm rabıtası yapar, ölmeden önce ölümle yakınlaşmak ve yaşamındaki kötülüklerden arınmak için. Zamanın kıymetini idrak edip kendine daha faziletli ve diğergam bir yaşam için nice sözler verir rabıtasında.
Zincirlikuyu mezarlığına “her nefis ölümü tadacaktır(Enbiya-21)” ayeti yazıldığında büyük tepkiler olmuştu. Ne hakla ölümü hatırlatıyor ve yaşama sevincimize darbe vuruyorsunuz babında. Bir işadamı da paha biçilmez arazilerde ölülerin fuzuli yer işgal ettiğinden hareketle, mezarlıkların şehrin uzaklarına taşınmasını, buraların imara açılmasını, hiç değilse ölülerin dikey gömülmesiyle yer kazanılmasını teklif etmişti.
Ölülerden uzak steril bir ortamda çocuklarımız ölümün paha biçilmez öğretmenliğinden nasıl yararlanacak. Bilgi sadece kitapların netameli yapraklarında mı. Hayatın içinde sınanmayan bilgi nasıl da düşüşüne yol açıyor insanın.
Kendi ölümümü zihnimde canlandıramam ve ancak başkalarının ölümünü gözlerim düşüncesi kısmen doğru, ama kendimizi gözlemek de büsbütün imkansız değil. Başkasının ölümüyle ölüm hakkında bir temsilci vasıtasıyla fikir ediniriz. Ölümün kaçınılmazlığı, bundan kaçışın olmadığı bir varoluş içinde oluşumuz zihnimizde kazılıdır ama yine de nesneler dünyasında başkasının ölümüyle idrak ettiğimiz ölüm bize hiçbir zaman yeterince yakın olmaz.
Ölüm korkusu bütün düşünürlerin temel konularından biri. Süregiden ve hep sürecekmiş hissiyle aklımızı çelen yaşamın birden bir bahaneyle sonlanmasını kabullenmek insan nefsine en ağır gelen hal.
Aslında insanların bir kısmı ölümün bir son ve yokoluş olduğuna inanır, yoklukta elem ve ıstırap olmayacağından belki bu korku daha kolay atlatılabilir. Nefis(ruh) bedenle birlikte yok olup gidecekse dünyadaki nesnelerden, nesnel hayattan ayrılmanın acısı dışında bir travma olmayacağı varsayılıyor. Bu inanç yapılan her şeyin insanın yanına kâr kalacağı sonucunu mu doğurur tartışmak lazım. Ebediyete olan inanç ise daha karmaşık. Hesap günü, bütün eylemlerin en ince ayrıntılarına kadar karşımıza çıkarılacağının bildirilmesi korkuyu besliyor. Öte yandan hesabın bu dünyadaki erdemli insanların sayısını çoğalttığına inanılıyor, eğer iyi biri olduğunuzu düşünüyorsanız ki böyle düşünmek de insanın doğası, gelecek hayatın daha da iyi olacağı düşüncesi ölüm korkusunu hafifletir.
İnsanın, içinde kendi ölümüne dair büyük sırrı taşıyarak yaşamayla baş etmesine yardım etmek, korkuları akıl yoluyla ortadan kaldırmak için filozoflar harekete geçmiş. Kindî’ye göre ölüm doğamızın tamamlanmasından ibaret. Ölüm bizi gerçek vatanımıza götürecek bir gemi. Ölüm yoksa insan da yoktur, problem edilmesi gereken, olması gereken bir şeyin olmamasını istemek, asıl normal olmayan ölümsüzlük talebi.
Ölüm Kafelerinde birbirini tanımayan insanlar buluşup yakınların ölmesiyle ilgili deneyimlerini, korkularını, duygu ve düşüncelerini, ölümle ilgilenmenin kişiliklerinde yaşamlarında adalet duygularında yarattığı değişmeleri konuşuyorlar. Belli temalarla programlarla değil doğaçlama ve serbest çağrışımlarla tartışıyorlar. Filozoflar da katılıyor her meslek ve meşrepten insan da. Çünkü bu konu herkesin içindeki ince sızı, ortaklaşılacak nadide bir dilemma.
Kate Brassington, ABD’nin Oregon eyaletindeki Portland şehrinin Ölüm Kafesindeki konuşmalarını anlatıyor mesela. “Yağmurlu bir öğleden sonra küçük şirin bir odada neden ölümü konuşuyoruz, çünkü ölümün içinden aslında yaşama eğiliyoruz. Ayrılıkları kayıpları üzerimizdeki etkilerini paylaşıyoruz. Sadece insanların değil, bir filin ölümü de, yere çarpıp can veren arının kaybı da ilgilendiriyor bizi.
Kafenin yazı tahtasından:
O senin ve benim için bir gerçek.
Hayatımda hayatı tehdit eden hastalıkları olan ama bununla nasıl baş edeceğini bilmeyen insanlar var.
Öleceğimi biliyorum, ölmek istemiyorum ama bir sonraki benim.
O’nu daha yakından tanımak istiyorum.
Bu gerçeklikle insanlara daha çok yardım eden biri olmak istiyorum.
Bu son tabu da alt edilmeli.
Doğum ve ölüm ikisi de yaşamın döngüsü.
Ölümü konuşarak yaşamı daha değerli kılabiliriz.
Hiçbir istisnası olmadan bütün insanlığın ortak tecrübesi.
O teyit gerekmeyen bir kesinlikle geliyor!
Bülent Ortaçgil’in şarkısındaki gibi, bize hiçbir şey olmaz, duygusu, insaftan merhametten adaletten uzak tutuyor bizi. Ölümle ünsiyet iyidir her zaman.