[26 Mayıs 2020] İki haftayı geçmiş. 7 Mayıs gecesi, National Geographic Wild kanalında bir belgesel izliyordum, biraz uyuşmuş vaziyette. Kamera Badlands’de ve Rushmore Tepesi Ulusal Anıtı’nda geziniyordu ki, ansızın bu cümle çalındı kulağıma: … a memorial for a Native warrior who resisted repression to his dying day. So nefesine kadar zulme direnen bir Yerli. Onun adına inşa edilmekte olan bir anıt. Canlanıverdim. Mount Rushmore’un neredeyse burnu dibindeki ve ona bilinçli bir alternatif oluşturan, henüz bitmemiş (ve belki bitmeyecek) Crazy Horse Anıtı kastediliyordu.
Kimdi, neydi bu Crazy Horse (ya da asıl adıyla Thasunke Witko), hatırlayalım önce. Son iki yazımda kısaca değinmiştim. Sioux’ların Lakota kolunun Oglala klanı veya kabilesinin ünlü bir savaş başbuğuydu. Her bakımdan devlet-öncesi bir konumu ve işlevi vardı. Irsî değildi; sırf kendi cesareti ve becerisiyle edinmişti. Formel bir emir-kumanda hiyerarşisini de değil, daha çok her seferinde tazelenmesi gereken son derece kişisel ve karizmatik bir önderliği temsil ediyordu. Kabile toplumu (tribal society) insanlık tarihindeki en evrensel aşamadır. Biraz daha gelişirse (gelişince) şefliklere dönüşür (chiefdoms). Oradan da (geçilirse) devlete geçilir. 19. yüzyılda Sioux’lar kabile düzeni ile şeflik düzeni arasında bir yerdeydi. Romalılar İÖ 1. yüzyılda (kabaca Sezar’ın Galya’yı fethi sıralarında) Ren-Tuna hattının kuzeyindeki Germenler için “rex’leri [kralları] yoktur ama dux’ları [liderleri] vardır” diyordu. Crazy Horse’un Lakotalar nezdindeki statüsü, bu dux kavramının herhalde iki üç çentik daha gerisinde kalır. Tabii bir problem, tepelerinde heyûla gibi yükselen modern ABD devletinin yanında Yerli Amerikalıların görece çok geri ve ilkel gözükmesiydi.
Bu müthiş dengesizliğe ragmen Crazy Horse, Beyazların batıya ilerlerken Lakota kavminin topraklarını da, yaşam tarzını da çiğneyip geçmesi karşısında silâha sarıldı. İlk defa 81 askerin öldürüldüğü Fetterman Çarpışması’nda (21 Aralık 1866), ordu birliğini uzaktan kışkırtıp kendilerini kovalatarak pusuya çeken küçük grup içinde ünlendi. On yıl sonra, önce Rosebud Deresi Muharebesi’nde (17 Haziran 1876), hemen ardından Little Bighorn Muharebesi’nde (25-26 Haziran 1876) büyük rol oynadı. Yerlilere o zamana kadar göstermedikleri bir direnç ve devamlılık kazandırdı. Yoğun tüfek ateşi karşısında, Lakota, Kuzey Cheyenne ve Arapaho savaşçılarını dağılmaksızın dalga dalga hücuma kaldırabildi. Yarbay Custer’ın beş süvari bölüğünün hızla kuşatılıp imha edilmesinin başını çekti. Ancak 11 ay sonra, sosyo-ekonomik çaresizlikten Federal birliklere teslim olmaya zorlandı. Dört ay sonra da, Nebraska eyaleti topraklarındaki Fort Robinson kalesinde tutuklanmak üzereyken güya direndiği ve belki kaçacağı bahanesiyle süngülenip öldürüldü.
Özetle, can düşmanıydı kendinden çok güçlü Federal ordu ve hükümetin. “Soylu Vahşi” (noble savage), Marx’ın ilkel komünizm idealizasyonunu haber veren bir Aydınlanma efsanesidir. Crazy Horse zorba mıydı? Evet, zorbaydı. Zalim miydi? Evet, zalimdi. Yerli kültürü içindeki varlığı ve savaşçılığı, yerine göre kafa derisi yüzmeyi; öldürdüğü askerlerin burunları ve kulaklarını kesmeyi, cinsel organlarını doğramayı; esirlere işkence yapmayı da içeriyordu. Hepsi bir parçasıydı o kahramanlık töresinin (başka birçok kabile ve şeflik toplumunda olduğu gibi). Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nın Beşinci Kitabındaki, daha 16 yaşında askere yazılan Çolak İsmail’ini hatırlayalım: “Domuzuna yiğitti. / Yozgat taraflarına jandarma gitti. / Ve Ermeniler kesilirken / kana battı göbeğine kadar.” Bir kabile savaşçısı değildi kuşkusuz. Ama cesaret ile kötülüğü harmanlaması bize bu tür cengâverlik kültürleri hakkında bir şey söylüyor olmalı. Crazy Horse’un da içinde vardı bu. Böyle şiddet insanlarını mikro-ölçeklerinden, günlük hayattaki davranış biçimlerinden soyutlayıp birileri için kahraman yapan, makro-ölçekleridir; uğrunda savaştıkları dâvâ ve/ya ideolojidir. Peki, nasıl oldu da 1860’lardan 90’lara ona ve halkına diş bileyen Amerikan toplumu, zamanında çok Beyaz öldürmüş bu Oglala Lakota savaşçısını en azından bazı kesimleri itibariyle över, yüceltir ve anısını yaşatmak için heykelini yapar duruma geldi?
Bu, Crazy Horse’un pirüpaklığından çok, o toplum ve o tarihçilikle ilgili bir mesele. Özünde bir çoğulluk, çok-seslilik ve çok-kültürlülük meselesi. Her şeyden önce, olanca kusur ve lekelerine rağmen Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve 1788 Anayasası’na on önemli değişikliği içeren Temel Haklar Yasası’yla (1791) kurumlaşan Amerikan demokrasisi ve hukuk devletinin güvence altına aldığı vatandaş özgürlüğünü de, federal sistemin olanak verdiği yerellik ve alt-kimlikleri de küçümsemeyelim. ABD toprağında bir monarşi ve aristokrasi geleneği hiç olmadığı gibi, önceki yazımda da işaret ettiğim üzere, Türkiye’yle kıyaslanmayacak derecede özgür, çok-sesli, çok-kültürlü bir toplum tipi gelişti. Her zaman farklı fikirlere yer verdi. En azından, tek bir görüş ve yorumun mutlak hegemonyası gerçekleşmedi. Baskın WASP kimliği ve aidiyetine karşı başka kimlikler de temsil sahnesine çıkabildi, tanınmak uğruna mücadele verebildi. Örneğin “Doane” Robinson’ın çok-kültürlü bir galeri-anıt önerebilmesi, 1920’lerde dahi mümkün olabildi.
İkincisi, 1945 sonrasında içerde ve dışarda büyük değişimler yaşandı. Dünya çapında, Avrupa-merkezli sömürge imparatorluklarına karşı silâhlı-silâhsız bağımsızlık mücadeleleri yükseldi. Asya ve Afrika’da yeni kurulan ulus-devletler için, kolonyalizm öncesi ve sonrası tarihlerinin yeniden yazılması gündeme geldi. Benzer bir süreç Amerikan toplumunun kendi bünyesinde yaşandı. En başta, bir vakitler zenci denilenler (negroes) ırkçılığa başkaldırdı. Hem Medenî Haklar hareketiyle günlük hayattaki ırk ayırımcılığını gerilettiler. Hem terminolojiyi değiştirip kendilerini Siyahlar, sonra Siyah Amerikalılar, sonra Afrikalı Amerikalılar olarak kabul ettirdiler. Hem de 16. yüzyılın Atlantik köle ticaretinden başlayıp İç Savaştan geçerek günümüze kadar uzanan tarihlerini, bırakın çok daha özgür üniversiter tarihçiliği, asıl ilk-orta-lise müfredatına soktular. Onları öbür etnik gruplar izledi. Çin-Japon-Kore kökenli Asyalı Amerikalılar, örneğin İkinci Dünya Savaşı yıllarında toplama kamplarına kapatılmalarının hesabını sordular. Yerli Amerikalılar ise Kristof Kolomb’dan bu yana kendilerine yapılan her şeyi gündeme getirdiler.
Tarihçiler biraz da yetişme tarzları ve müktesebatları gereği en açık görüşlü çıktı ve hızlı reaksiyon gösterdi. Araştırma ufukları genişledi. Yazdıkları değişti. Batı Medeniyeti dersleri ve ders kitaplarının yerini Dünya Tarihi dersleri ve ders kitapları almaya başladı. Öte yandan geniş kamuoyu da etkilendi. Politikacıların büyüyen bir kesimi duyarlılık gösterdi — en azından, kendi seçilme şansları itibariyle göstermek, “mış gibi yapmak” zorunda kaldı. Sioux Savaşlarını alalım. ABD Posta Hizmetleri, Büyük Amerikalılar pul serisi içinde, 1982’de 13 sentlik bir pulun üzerinde Crazy Horse’a da yer verdi. ABD İçişleri Bakanlığı, 1890 Wounded Knee Katliamı’nın mahallini bir Ulusal Tarih Noktası (National Historic Landmark) ilân etti. 1990’da, yani katliamın yüzüncü yıldönümünde, Kongre’nin her iki bileşeni, yani Temsilciler Meclisi ve Senato, katliamdan duyulan “derin üzüntü”yü dile getiren bir karar tasarısını benimsedi.
Crazy Horse Anıtı’na ise bunlardan çok önce başlandı. Lakota Yaşlılarından Henry Standing Bear (= Henry Ayakta Duran Ayı), daha 7 Kasım 1939’da Mount Rushmore’daki dört başkan anıtında Gutzon Borglum’un yanında çalışan Polonya kökenli Amerikalı heykeltraş Korczak Ziolkowski’ye bir mektup yazıp, “Diğer şef kardeşlerim ve ben Kızılderili adamın da büyük kahramanları olduğunu beyaz adamın bilmesini isteriz” dedi. Aynı zamanda İçişleri Bakanlığı Müsteşarı’na yazıp, Rushmore Tepesi’ne yaklaşık 30 kilometre mesafedeki çorak ama oglala Lakota için kutsal Thunderhead Mountain’ın (= Gökgürültüsü Tepesi’nin) Crazy Horse anıtına tahsis edilmesi karşılığında kendisine ait 365 hektarlık verimli araziyi teklif etti. Hükümet öneriyi olumlu karşıladı. ABD Ormancılık Dairesi gerekli izni verdi. Şef Standing Bear devletten para almaktansa Amerika Yerlilerinin kaderiyle ilgilenen nüfuzlu kişilerin desteğine yöneldi. Kâr amacı gütmeyen Crazy Horse Anıtı Vakfı kuruldu. Anıtın yanısıra Kuzey Amerika Yerlileri Müzesi ve Yerli Amerikalılar Kültür Merkezi kurulması da öngörüldü.
Anıtın kendisine 1948’de başladı ve bugün de tamamlanmaktan çok uzak gibi. En tepede sağda maketini görüyorsunuz; Crazy Horse at koşturuyor ve ufku gösteriyor. Bir gün biterse uzunluğu 195 metre ve yüksekliği 172 metre olacak. Crazy Horse’un kolu 80 metre uzanacak. 27 metre boyundaki başı, Mount Rushmore anıtındaki 18 metrelik kafaları gölgede bırakacak.
Fazla figüratif mi acaba? Çanakkale savaş meydanlarındaki aşırı realist, hayal gücüne hiçbir pay bırakmadığı izleyiciyi zorla endoktrine etmeye kalkan, dolayısıyla çok kötü, Jdanovcu kötü bazı heykellerini hatırlar gibi oldum. Oysa en tepede, soldaki haline bakarsanız, herhalde böylesi daha iyi. Michelangelo’nun âdetâ taştan doğmak için çırpınan (aşağıdaki) dört esir veya kölesi gibi, Crazy Horse’un yüzünün de doğadan, dağ yamacından fışkırmışçasına kalması çok daha iyi.
Amerika adına sevinebiliriz, bu olgunluğa ulaştığı için. Bize gelelim. İster ders kitaplarımızda, ister meydanlarımızda, Türkiye tarihinin yenik ve eziklerinin anıları, öyküleri, heykelleri nerede?