Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIOnun arabası var…

Onun arabası var…

“Bayan sürücü” olabilemezdi elinin Pertev’iyle… O bir “küçük hanımefendi” idi, otomobili varsa haspanın delikanlı bir şoförü (Küçük Hanımın Şoförü) olmalıydı. Ola ki direksiyona geçerse, kamuoyu nabzını elinde tutan Yeşilçam Nizamnamesi’ne göre, ya “Erkek Fatma”ydı ya da elinde tespihi, kasketi, yeleği, pantolonuyla ondan da delikanlı “Şoför Nebahat”.

Halk arasında “yerli” olarak iltifat edilen yahut burun bükülen ürünlere dair erkekçe münazaraların ana başlıklarından birisi otomobillerdir. Fikrimce “ifrat ve tefrit”e fazlasıyla müsait bu mevzu, kamplaşmanın kökenleri açısından da dikkate değer.

Otomobillerle ilgili yazı dizimin beşinci bölümünde o arabalara “yerli” deyip geçeceğim ben de… “Yok motoru İngilizdir, kasası İtalyandır, tasarımı Almandır” filan diye örselemeyin Nadir Eserler rafında duran o kelimeyi. “Montaj Sanayisi”dir, “yarı yerli”dir boşverin; yarım elma gönül alma…

Maksat, Ahmet Kaya’dan mülhem nağmesiyle bile “iyimser bir gül açsın yanaklarımızda”.  “Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı” sloganı aklıma sadece Sümerbank’ı, “Basma da fistan giyemem aman”ı getirse de, bir hoş seda olarak çınlasın kulaklarımızda… Yerli üretime teşvik, öyle devlet desteğiyle, krediyle filan değil önce davulla, zurnayla, vecizeyle olur.

TOGG mesela, “Türkiye’nin Otomobil Girişimi Grubu” açılımıyla kendinden önce namı yürüsün yeter. (Bkz: Önceki yazımdaki deyişiyle “Ayağımızı yerden kessin”) İlk arabamız “Devrim”’in ulusal tecrübesiyle yoğurdu üfleyerek, “Aman kamuya açık ilk test sürüşünde benzin koymayı unutmayın” diyeceğim de… Tanıtımına göre “doğuştan elektrikli”. “Planlı elektrik kesintileri”, o plana/programa göre ayarlanacaktır mutlaka.

Bu memleketin otomobili…

Sorsanız pek izah edemem ama yerli önemli tabii… 60’lı yıllarda “tekerekli itibar”, araba sevdası yine Amerikan karasularında dolaşırken 1966 Aralık’ında Anadol bozmuştur ezberi. Aslında adıyla sanıyla, kendinde, markasındadır ilk reklâmı: Davul sesi eşliğinde “Coşarsın, taşarsın, uçarsın oyyy balam oy, oy gülüm oy, Anadolum benim. Anadolu’dan yana ne varsa, hepsi Anadol’da…” Sloganındaki gibi “Bu memleketin otomobili”… Yani “Bir Başkadır Benim Memleketim”. İyisiyle, kötüsüyle yanlış da sayılmaz nihayetinde…

1 Ocak 1967’de yılbaşı piyangosu niyetine teşhiri yapıldıktan sonra, 28 Şubat’ta da satışına başlanır. Sıfır traktör fiyatlarının 40-50 bin lira, bir direksiyon-iki koltuk kapalı kasa minibüslerin 50-60 bin lira arasında seyrettiği günlerde Anadol’un fiyatı 26 bin 800 liradır. İlk çıktığındaki sloganı da zaten “Eski arabanızı satınız, sıfır kilometre Anadol alınız”dır. Henüz senli benli, “Yaw”lı, “Vav”lı değildir o yıllarda reklâmlar; tüketici “siz”dir.

Fiyatı üst orta direk açısından görece makul gibi gözükse de, kalorifer ve radyo taktırmak isteyenlerin ekstradan biner lira daha ödemesi gerekir mesela. (Kaynaklarda “ekstra donanım”lar aynen böyle yer alıyor. Hani radyo belki tamam da, kaloriferin “isteğe bağlı” olması enteresan doğrusu… “Anadol’un sobalısı da mı vardı yoksa?” diye tereddüde düşeceğim ama o günleri bizzat hatırlıyorum.)

Koltuk değil “yekpare ön kanepe”

A1 olarak da bilinen ilk Anadol 1.2 motorlu ve iki kapılıdır. Ardından A2, dört kapılı olanı çıkar piyasaya. Hem de “yekpare ön kanepesiyle altı kişinin sıkışmadan oturacağı büyük bir otomobil” sloganıyla… Önde koltuk yerine keyif mobilyası “kanepe”nin olması, üzerine tığ işi örgü battaniyeler, örtüler, uygun kilimler serilerek arabanın kişiselleştirilmesine de olanak tanır.   

Kısa süre sonra Türkiye’nin ilk ralli otomobili olarak kayıtlara geçmesi, “aile arabası” nezdindeki itibarına “Taş gibi” sıfatını da ekleyecektir. Ünlü pilotlar Renç Koçibey ve Demir Bükey, 1968 Trakya Rallisi’ni Anadol’la kazanır. Ardından da Anadol’un girmediği yer, çıkarmadığı model kalmaz. Üretim yelpazesi her ihtiyaca, hatta her hevese göre çeşitlenir. (Bu bağlamda sloganımı ortaya bırakayım: “Yerli hevestir…”)

1973 yılında kalabalık aileler, esnaf hedef alınarak “steyşın”ı, Anadol A5, SV 1600 üretilir. Arabaların arka camlarına vantuzlanan “sallanan yaylı el” zımbırtısı icat edilene kadar, arkadaki araçlara el sallama görevini steyşın bagajına istiflenen çocuklar üstlenecektir.

“İkinci Türk Canavarı” piyasada

Aynı yıl “Türk canavarı” diye anılan ve sürati 160’dan 180’e çıkarılan tek kapılı, spor (coupe) modeli A4 STC-16 serisiyle piyasaya sürülür. 70’li yıllarda Çukurova’da namı yürüyen bir kanun kaçağına yakıştırılan “Toros Canavarı”ndan (Kafamda deli sorular; acep Renault 12 Toros, ondan mı esinlendi?”) sonra terminolojimize yerleşen ikinci “canavar”ımız pek asfalt ağlatamasa da, birkaç meraklısını görürüz sokaklarda… Toplamda sadece 175 adet üretilir. (Yeri gelmişken 1961 yapımı Yeşilçam’ın “kötü adam”ı Ahmet Tarık Tekçe’nin başrolde oynadığı iyi huylu “Toros Canavarı”nı da anayım.)

Genel kanıya göre, A4’ün tasarımında Nissan Datsun 240Z’den fena halde esinlenilmiştir. Reklâmında “parlak sarı” olarak üretilen spor otomobilin denemelerinin İngiltere’de yapıldığı da vurgulanır. Deneyip bize vermişlerdir herhalde… Donanımına gelince, “yatar koltukları, emniyet kemeri, ralli tipi direksiyon simidi, geniş cantları, radyal lastikleri, motor devir saati” ve biraz köpekbalığı bakışıyla ayrılır diğer modellerden.

“Off-road yapası yok” ama…

Aynı kasaya, heves ettiğin, istediğin her tasarımda fiber-polyester, monoblok (tek gövde) kaportayı oturtmak işten değildir elbet. Hurdalıktan Anadol kasası alsan, üzerine Melih Gökçek’in Ankapark’a diktiği fiber 380 dinozor “heykel”inden birini beğenip oturtsan, o “Türk Canavarı” A4 STC, canavarlığından utanır.

Onu iki yıl sonra TSK’nın isteği üzerine üretilen, kapısı-penceresi olmayan “plaj arabaları”nı  akla getiren ama cip niyetine tasarlanan Anadol A6 Böcek (Buggy) izler. İlginçtir doğrusu; ilk çıktığında Cem Yılmaz’lı Doritos reklâmına nazire “Doktor bu ne?” dedirtir. Alışılmamışlığı, tuhaflığı sayesinde Cüneyt Arkın’ın “Süpermenler” filminde de boy gösterecektir.  Bir bakıma tarihimizde Aya Seyahat’e ruhen en yakınlaştığımız an, o “Ay aracı”dır.

Zaten gösterişli “jeep”ler ve aslında cip olmayan ama o havada gezinen “SUV”lar yoktur o yıllarda. Willys Jeepler de henüz sivilleşmemiş, hususîleşmemiştir. Böcek için cip gibi gibi deyince, otomobil testlerine espri bir dille yaklaşan “Oto-Park” sitesinin çizgileri arazi aracı esintili lâkin narin bir SUV markası için yaptığı değerlendirmeyi sıkıştırmalıyım araya: “Viraj yapası yok, off-road yapası yok, alışveriş yapası var…” Piyasaya “Haydi araziye, haydi kırlara…” sloganıyla sunulan ama AVM’lerin önüne sıralanan cip görünümlü arabaları düşününce harika tespittir.

İnek yemese de biz yedik

Canavarlar, Ordu’nun ihtiyacı doğrultusunda dört çeker ol(a)madığı için Böcekler de tutmaz. Bu farklı hevesler, üretim modelleri arasında bineğinden sonra en çok benimseneni ise Anadol kamyonettir. Öyle popülerleşir ki eski binek Anadol’ları ön koltuğunun arkasından muhtemelen kıl testeresiyle düzgünce kestiren, cart diye ayıran esnaf, arkaya eklettiği keyfine-ihtiyacına göre kasalarla caddeleri doldurur.

Ki bu dönüşümü, “yerli üretim”in bünyemizde ne denli içselleştirildiğini, bayrağın oradan alınarak nerelere taşındığını da gösterir. Anadol’un farklı modelleri 1981-84 arasında üretilen ve biraz Saab, biraz Volvo kokteylini uzaktan hatırlatan A8 ile noktalanır. 1984’de de üretimi durdurulur.

Anadol’un alâmet-i farikası kaportasının monoblok fiberglas olmasıdır tabii. . Cam elyafı takviyeli plastiğin-polyesterin hayatımıza “binek oto” olarak katılması başlangıçta biraz tuhaftır aslında. Hemen esprileri, efsaneleri sarar ortalığı… O günlerin yaygın ve biraz “Ayıptır, günahtır” babından rivayetine göre Anadol’u gerçekten inekler yemiş midir bilemiyorum ama fiber kaportasının taş gibi, çok kullanışlı, tamiri ucuz, ideal olduğuna dair açıklamaları biz yemiştik biraz.

Uçak motorunun yersarsıntısı

Yeri gelmişken bizzat tanık olduğum bir “Anadol macerası”nı anlatmalıyım. “İkinci el” adıyla satılan ama o yıllarda kimbilir kaçıncı el olduğu pek bilinmeyen eski arabalara alışık bünyemiz, piyasaya yayılan “Sıfır Anadol”lar sayesinde “yeni bir araba”yla tanışmıştı. Çoğu direksiyondan vitesli, kaloriferi ısıtmayan, 6 voltluk aküsüyle gece aydınlatması/görüşü hemen hiç olmayan, Oto Sanayisi’ne abone eski arabalardan sonra Anadol ilk ba(kı)şta bana da “full aksesuar” gelmişti doğrusu.

Yeniydi, bir iki yıllıktı araba. Uzun yola çıkmıştık; Ankara’dan Didim’e… Uçak motorundan devşirildiği rivayet edilen ve sarsıntısıyla kucağımızda hissi veren motorunun gürültüsü hızlandıkça ambale etse de, kilometre saati 160’a ilerleyince, pervaneli uçakların “kalkış sarsıntısı”nı fazlasıyla hissettirse de mutluyduk. En azından bir süre… Sivrihisar’ı geçtikten sonra sol kapı, yani sürücü kapısı kendiliğinden açıldı. Kapattım.

Bir kaç kilometre sonra yine açıldı. Aç-kapat, Denizli’ye kadar geldik. Sanayiye girdik anlattık durumu. Usta hiç unutmadığım bir karşılık verdi sorunumuza: “Bunlar böyledir ağabey, süratten, sarsıntıdan oluyor… Çaresi yok.” Hafiften bir ayar çekti. Ama “Yine açılabilir” demeyi de ihmal etmedi… Daha sonra bazı Anadolların sürücü kapısına asma kilitli düzeneklerin eklendiğini fark edince meseleyi iyice anladım.

Arızaya şerbetli kuşağın arabaları

Yola devam ettik. Eczacıbaşı armatürlerinin, musluklarının o kült reklâmındaki “Açıyorum, kapıyorum, ben bunu hep yapıyorum” misali alıştık kapıya… İnsan nelere alışmıyor, değil mi? Lâkin bu kez tavandan başıma bir şey düştü. Daha doğrusu bir şey bastı… Viny ile kaplı tavanın içbükey demir kasnağı, dönüp dışbükey olmuş kafama bastırıyor. Kaldırıp, düzelttim. Hayır, bir süre sonra yeniden dönüyor. Uzun oturur durumda, arada açılan sol kapıyı kapatarak otomobili kullanmaya devam ettim. Anadol’la tek uzun yolculuğumdu isabet.

Neyse, hısım-akraba arabaların çok da hakkını yemeyeyim… Zaten o yılların tüm sürücüleri otomobil arızalarına şerbetli olduğundan, post travmatik stres bozukluğu yaratmıyordu böyle sıradan sıkıntılar. Ki bu mevzuda “şerbetli olmak” deyimine de oylum kazandırmak mümkün. Keyfini düşündüğünde zaten alabildiğin lafın gelişi “ikinci el” arabalar arızaya her an müsait olduğu için de o sıkıntılar, bazen acımsılığıyla da lezzet kazanan şerbetlere benziyordu diyeyim.

Hacı Murat ve Yerli Mercedes

Türkiye’de 93 bin adet satılan Anadol’un üretimi 1984’de durdurulunca yerini yerli montaj Otosan Ford Taunus’a bıraktı.  Almanya’da aynı serisinin üretimine yıllar önce son verilen otomobil bizde yeniden hayat bulunca, Anadol’a alışık bünyeler onu bir süre “Yerli Mercedes” olarak selamladı.  Camları elektrikliydi, kliması bile vardı, daha ne olsun…

O yıllarda piyasaya çıkan TOFAŞ’ın kuş serilerine (Serçe, Şahin, Doğan, Kartal) ve Renault 12’ye ayrıntılarıyla değinmeyeceğim. Zira hepsi, hâlâ “tarih ya da anı olamayacak kadar taze” salınımlarıyla geziyor sokaklarda. Ancak 1971’de sokaklara çıkan ve Türkiye’nin yabancı lisanla üretilen ilk otomobili olan Serçe’nin (Fiat 124, nâm-ı diğer Hacı Murat) Anadol’un ardından “Konfor budur” dedirttiğini vurgulamalıyım.

It’s a Man’s Man’s Man’s World

Bu serüvende “direksiyon”da kimin olduğuna gelince… Otomobillerin tarihine değen bir yazı dizisi elbette “erkek dünyası”nda geziniyor daha çok. Tarih de sayılmaz, ülkemiz bu mevzuda yabanlığını, kıskandıran şöhretini koruyor hâlâ. En azından “erkek dünyası”nda…

İlk Türk kadın pilotunu -belki de savaş pilotu olmasının etkisiyle- baştacı eden ülkemizde, trafikte (de) kadını her anlamda sıkıştırmak, sözlü-fiilî saldırganlık, koca bir tarihin onca “savurganlığa” karşı tükenmeyen mirası.

O yıllarda James Brown “It’s a Man’s World”de -satır arasında- hemcinslerine dokundursa da, vurguladığı gibi arabaları da erkekler yapmıştır, kendi yoluna, ötesine gitmek için. Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı’nda, “ayağında uzun etek dalga dalga saçlarıyla” arabasından inen kıza az söylenmedik mesela. “Yumuk yumuk elleri-ojeli tırnakları”yla boynumuza değil de direksiyona sarılmasına, kızdık haliyle… Hilal kaşlarını kaldırıp, arabasıyla çekip gidince egzozuna boğulduk.

Küçük Hanımın Şoförü ve Nebahat

“Bayan sürücü” olabilemezdi elinin Pertev’iyle… O bir “küçük hanımefendi” idi, otomobili varsa haspanın delikanlı bir şoförü (Küçük Hanımın Şoförü) olmalıydı. Ola ki direksiyona geçerse, kamuoyu nabzını elinde tutan Yeşilçam Nizamnamesi’ne göre, ya “Erkek Fatma”ydı ya da elinde tespihi, kasketi, deri ceketi, yeleği, pantolonuyla ondan da delikanlı “Şoför Nebahat”. Anca öyle söyletirdi şarkısını: “Haydi Nebahat Abla / Dodge arabana atla / Dümenimiz yolunda / Gazla ablacığım gazla…”

Amma velâkin yavaş yavaş arttı direksiyondaki kadınlar… İstatistiklerde yüzde 20’lere, büyükşehirlerde “Yine mi kadın?” oranına ulaştı kadın sürücü oranı. Dikiz aynasına makyaj aynası dediler, o ısrarla koltuğunu öne aldı. “Park edemez, frenle gazı fark edemez” diye brehlendiler, “Ehliyetin Vakko’dan mı?” deyip sırnaştılar, istatistiklerde trafik kurallarını en çok bilen ve uygulayanlar onlar çıktı.

Giderek vites döndü-teker döndü, o eski delikanlılar “bayan yanı” şimdi otomobillerde… Lâkin çoğunun dili hâlâ iki karış, havası bin beş yüz… Mesela 21. Yüzyıl’ın ilk yıllarından bir Ford Focus reklâmında sevgilisinin Focus’undan inen erkek, onu havaalanına bırakan kadına buyuruyor: “Benimle evleneceksin kızım, anladın mı?” Kapıyı vurup giderken kadın pistin hemen yanındaki boş bir arsaya gazlıyor. Seri ralli manevralarıyla arsaya dev bir “No” yazıyor. Erkek uçağın penceresinden bu yanıtı okurken, reklâmın sloganı beliriyor ekranda: “Hayat sizin, kontrolü kimin? Ford Focus”…

21. Yüzyıl’ın fabrika ayarları

Bu soruya pek cevap veremesem de… “Kadın kullanıcı-alıcı” sayısı artınca markalar daha da netleştirmeye başladı mesajlarını. 2020’lere girerken kadınların da tercihi olan SUV modeli Ford Kuga reklâmı misal… Duran bir Kuga’yı ışıl ışıl seyrederken, bir anda özenle derlenmiş ataerkil klişeleriyle “erkek kornaları” katılıyor reklâma: “Kesin kadın… Ya yürüsene be! Git evinde otur, aynaya değil yola bak yola! TIR döner ordan TIR… Senin neyine araba kullanmak be! Üç arabalık yer var, oraya bi park edemedin… Kadınlar araba kullanmasa trafik diye bir şey olmaz”…

Ardından reklâm spotu giriyor devreye; “Önyargıları yıkmak için tek çözüm farkındalık. Trafiğin kadını erkeği olmasın diye artık trafikte kadın önyargısına yol verme!” Ve reklâmın finali, şaşıran bir erkeğin “Kadın da değilmiş ha…” cümlesiyle geliyor.

Ancak “eşitlikçi reklâmlar”da bile ayar çoğu kez kaçıyor ya da olay bir anda fabrika ayarlarına dönüyor. Kaş yaparken göz çıkarmak, bir çuval -bozulmaya zaten fazlasıyla müsait- inciri bir kelimeyle/refleksle berbat etmek, reklâmların da, medyada hâlâ egemen söylemin de yumuşak, pardon baklava kaslı karnı.

Gelecek pazar otomobillerle ilgili yazı dizisinin son bölümünde, uzun yol sürücülerine, kamyonlara, şehir-içi dâhil otobüslere ve onların farklı dünyalarına, birçok yönüyle filmatik hayatlarına değinmeye çalışacağım.

BİR BÜYÜKELÇİ/BİR BENZETME

“PERSONA NON GRATA”LIK MÜDAHALE

Ankara’da 1991-1994 arasında ABD Büyükelçiliği’ni yürüten Richard Barkley’in bir sözünü hiç unutmam: “Ankara çok enteresan bir başkent. Yayalar caddede yürüyor, otomobiller kaldırımda…” Saptaması doğru, hatta hoş ama alıngan mizacımız açısından ziyadesiyle nahoş da aslında. Hele bugünleri düşünürsen; adam bırakın içişlerimizi, caddelerimize, sokaklarımıza nüfuz etmiş. Yani bir bakıma…

Türkiye gerçeğini bilmiyor bir kere… Zira bilhassa Ankaralı yayalar, “gelen ağam giden paşam” insanlardan çok arabalara yol vermeye alışıktır biraz. Diğeri her anlamda ezer zira… “Geçiş üstünlüğüne hâiz araçlar” çeşidini Başkent’te zenginleştirir, küstahlığını öyle pekiştirir. Eh, insanı da yayayken otomobillere homurdanır, otomobildeyken yayalara küfreder bu atmosferde… İktidar gibidir yani otomobil, bazen gibisi fazla… Muhalefetteyken başkadır meselen, iktidarda olunca bambaşka.

Ötesi birçok insana otomobil, bir nevi iktidar, makam, alan verir. Hatta iktidarını evin önündeki “Allah’ın yolunu” kafasına göre “Şahsa Mahsus Park Yeri” eyleyip, oraya yanaşanlarla dövüşerek genişletir. Kimi de ışıklarda yaya geçidini işgal eder. Youtube’da bu umursamazlığa dair bir yayanın harika bir protestosunu izlemiştim. Delikanlının biri karşıdan karşıya geçmek isterken bakar ki arabalar yaya geçidinin üstüne yan yana sıralanmış, geçilecek yer bırakmamış. Onların etrafından dolaşarak değil hepsinin tek tek arka kapısını açıp bizzat içinden geçerek yürür karşı kaldırıma…

- Advertisment -