[13-14 Temmuz 2020] Mitoloji ve biyolojiyle birlikte matematiğe de başvuracağım. Çok basit biraz matematik, daha doğrusu hafif matematik kokan görseller kullanacağım. Kümeler teorisinin (set theory) Venn diyagramlarından ve sonra eşitsizlik (inequality) işaretlerinden yararlanacağım. Peşinen özür diliyorum.
Mitolojiden başlayalım. Eski Yunan’ın tarihöncesinde, uygarlığa ve krallıklara geçişi kapsayan karanlık çağlarda, Attika ovası ve çevresine haydutlar egemendir. Bunlardan biri de ismi “geren, çekip uzatan” anlamına gelen Prokrustes’tir. Rivayete göre, Elefsis’ten Atina’ya uzanan kutsal yol üzerindeki Korydallos dağını mekân tutmuştur. Yolunu kestiklerini, demirden yapılma özel yatağına yatırır. Kısa gelirlerse (Ortaçağın rack [çark] işkencesini çağrıştıran bir tarzda) zorla çekip uzatarak öldürür. Uzun gelirlerse, (yukarıda solda gördüğünüz, bilimciliği ve bu arada sosyalizmi hedef alan 19. yüzyıl karikatüründeki gibi) bacaklarını keserek öldürür. Derken Aegeus oğlu Theseus çıkagelir. Prokrustes’i yener; (yukarıda sağdaki siyah-zemin-üzerine-kırmızı-figürlü krater tipi Atina çömleğinde gördüğünüz gibi), kendi yatağına yatırarak öldürür.
Bu hikâye niçin önemli? Çünkü Batı kültüründe yüzyıllar boyu, gerçek hayatı mevcut (eski) teori veya paradigmanın icaplarına göre kesip biçmeye kalkmanın metaforunu sunuyor.
Konumuzla ilgisine geleceğiz. Nerede kaldığımızı hatırlayalım. Daha gerilerden başlayıp 19. yüzyıla uzanan bir süreçte, Batı Ortaçağ tarihçilerinin elinde oluşan bir Feodalizm kavramı var. Bu öyle bir cins (genus) ki, içinde tek bir tür (species) yer alıyor. Bunu, aşağıda soldaki küçük diyagramla gösterelim. Bu bir küme (set). Adı Feodalizm. İçinde tek bir eleman var: gene Feodalizm. Başlangıçta ve uzun süre, içine başka hiçbir şey almıyor. Sokulamıyor.
Sonra zaman içinde, dün uzun uzadıya anlattığım gibi, Avrupa dışı fiyef sistemleri ve bunlardan kaynaklanan iktidar konfigürasyonlarına ilişkin bilgilerimiz çoğalıyor. Bir yığın “benzer” eleman doğuyor. Hattâ o kadar ki, insanın derhal işte Japon feodalizmi, Çin feodalizmi, Hint feodalizmi, Bizans feodalizmi, Arap-İslâm feodalizmi, Selçuklu feodalizmi, Osmanlı feodalizmi diyesi geliyor. Nitekim diyenler de var; Ortaçağ tarihçileri kadar dışlayıcı (exclusivist ve exclusionist) olmayan bazı Şarkiyatçılar da bu kanıda; aynı geleneğin devamında, Gibb ve Bowen da (bkz H. A. R. Gibb and Harold Bowen, Islamic Society and the West. Vol I: Islamic Society in the Eighteenth Century, Part I (Oxford University Press, 1950)), Türkiye’de erken Cumhuriyet döneminin, 1930’ların Vasfi Raşid Sevig gibi toprak hukukçuları da. Nedenleri ayrı mesele. Fakat uluslararası tarihçiliğin otorite hiyerarşisinde en tepede yer alan Avrupa Ortaçağcıları tam tersi kanıda. Dolayısıyla söz konusu yeni elemanlar, en azından ilk başta ve uzun süre, Feodalizm kümesine dahil edilmiyor. Âdetâ henüz başlamamış bir zoom toplantısının bekleme odasında tutulmaya devam ediyor. Bunları aşağıda sağdaki büyük diyagramla gösterelim. Bu da başka bir küme (set). Adına geçici olarak “diğer fiyef sistemleri ve fiyefe dayalı devlet örnekleri” diyorum. Çin, Hint, Bizans… ve Osmanlı; hepsi ilk ağızda burada yer alıyor.
Şimdi de, aşağıdaki gibi yanyana koyalım bu iki Venn diyagramını. Bunları nasıl ilişkilendireceğiz birbiriyle? Böyle ayrı mı tutacağız? Yoksa birini (yenisini, sağdakini) diğerinin (öncekinin, soldakinin) içine akıtmayı mı deneyeceğiz?
Prokrustes yatağı meselesi bu noktada karşımıza çıkıyor. Günlük lisandaki “doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor” meselesi. Çünkü soldaki küçük kümenin içindeki tek eleman ile sağdaki daha büyük kümenin içindeki elemanlar tamı tamına aynı değil. Benzerlikleri olduğu gibi farkları da var. Dolayısıyla Avrupa anlamında, Avrupa’ya göre tanımlanmış bir Feodalizm kavramının içine zorlayarak tıkıştırılmaları bazı bakımlardan tatmin edici değil. Çünkü ikincil (bana göre ikincil) farklarını karşılamıyor. Öte yandan, tamamen ayrı tutulmaları da hiç tatmin edici değil. Çünkü bu sefer birincil (bana göre birincil) benzerlikleri hiç hesaba katılmamış; hepsinin alt tarafı fiyef sistemleri ve fiyefe dayalı devletler olduğu gerçeği hiçe sayılmış oluyor. Şunlar şunlar “feodal değil” deniyor. Ama ne oldukları söylenmiyor. Klasik tezgâhlardan geçmiş Ortaçağ tarihçilerinin hiç umurunda değil. Bilim bütüncüllük (completeness) arar. Ama Avrupa-merkezci Ortaçağ tarihçileri eksikli, nâ-tamam (incomplete) bir sözde-çözümle yaşayabiliyor. Şarkiyat ve Marksist Şarkiyat geleneğine yakın duranlar ise, “feodal değil” önermesine ikinci bir “işte şu” önermesini de ekliyor. “Feodal değil Asya Üretim Tarzı” diyorlar. Âdetâ, aşağıdaki üçlü çizimde görüldüğü gibi, en sağda bir diğer küme yaratmış oluyorlar. Ortadaki, haklarında zamanla bilgi edindiğimiz bütün Avrupa-dışı fiyef sistemleri, iktidar konfigürasyonları ve bağımlı köylülükleri, en soldaki Feodalizm kümesine değil, Avrupa-merkezcilikten kaçınmak adına en sağdaki Asya Üretim Tarzı kümesine sokmaya kalkıyorlar.
Yukarıda, hayli soyut ve zaman-dışı bir anlatım tutturdum; sürekli geniş zaman kipini kullandım. Şimdi dı-lı geçmişe dönüyorum. 1960’ların ve 70’lerin “azgelişmişlik, emperyalizm ve üretim tarzları” tartışmalarının önemli bir bölümü maalesef bununla geçti. Batı dışı toplumların sosyo-ekonomik “geri kalmış”lığının monist, kestirme, sihirli, tek faktörlü bir açıklaması aranıyordu. Batının kendi gelişmesi; W. W. Rostow’un ifadesiyle “kalkışa” (takeoff) geçebilmesi; “feodalizmden kapitalizme geçiş”i (transition from feudalism to capitalism) gerçekleştirebilmiş olması değildi problematize edilen. Orada bir sorun yoktu; olması gerekendi. İnsanlığın evrimine ve evrim şemasına uygundu. Mesele diğerlerinin, ötekilerin neden geçemediğiydi. Tartışmanın genel bağlamı Marksistimsiydi ya. Ve bu çerçevede, toplumların temel yapısını ekonominin, “üretim tarzı”nın meydana getirdiği kabul ediliyordu. Öyleyse (ister kalkışa, ister kapitalizme deyin) bu “geçemeyiş” kusuru “üretim tarzı”yla ilgili bir sakatlıktan kaynaklanmalıydı. Bir yanda adı Marx tarafından konduğu için meşru kabul edilen Asya Üretim Tarzı vardı, diğer yanda ise nereden geldiği hiç sorgulanmayan Feodalizm — ya da, nefret ettiğim bir 1960’lar ve 70’ler kısaltmasıyla FÜT: Feodal Üretim Tarzı. Herhangi bir pre-kapitalist sosyal formasyonu alalım. Batıdan dışarı yayılan kapitalizm ve emperyalizmle karşılaşmadan önce FÜT mü, AÜT mü olduğunu saptayabilirsek, tarihsel kaderi toptan açıklığa kavuşacaktı.
Bu tartışmanın Türkiye ucunda, tabii Osmanlının nerede durduğu vardı. FÜT müydü, AÜT müydü, ya da apayrı, tamamen kendine özgü (sui generis) bir varlık mıydı? Başlıca üç grup veya kesim yer alıyordu bu tartışmada. Bir, dönemin akademik eğitim görmüş, Barkangil ortodoks yaklaşım içindeki profesyonel Osmanlı tarihçileri vardı (en saygınları ve en açık fikirlileri,sonradan bu konudaki fikrini değiştiren, ama değiştirdiğinin pek farkına varılmayan Halil İnalcık olmak üzere). (A) Osmanlı feodal değildir diyor, ya da feodalizmden farklıdır diyor, gerekçelerini de anlatıyor, ama ne olduğunu söylemiyorlardı. Genellikle tanımlardan yana olmayan, her teorileştirme demesini “tarih felsefesi”ne yamamaya yatkın 19. yüzyıl tarzı ultra-ampirisizmlerinin, fiilî (de facto) bir “biz bize benzeriz”ciliğe vardığı, dolaylı olarak çıkarsanabiliyordu.
İki, AÜT teorisyenleri vardı, başta Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer olmak üzere. Osmanlı tarihçisi değillerdi. Hattâ tarihçi de değillerdi; daha çok Marksizm ve iktisat kökenli, ekonominin aprioristik, tümden gelimci modelciliği içlerine sinmiş teorisist modelcilerdi. (A) önermesinde profesyonel Osmanlı tarihçileriyle birleşiyor — zaten bu gayri-feodal (non-feudal) tanımı ve tasnifini onlardan öğreniyor — ve sonra bir adım daha atıp (B) FÜT değil AÜT diyorlardı.
Her ikisinin karşısında, üç, gene tarihçi olmayan, belki daha ortodoks diye tarif edilebilecek diğer bir grup Marksist sosyal bilimci yer alıyordu. Dönemin siyasî mevzilenmelerine girmeyeceğim. Bir tarih/çilik tartışmasının ölçüleri içinde bunların farkı, (i) Batı ile Doğu arasında özsel bir fark görmemeleri; (ii) Asya Üretim Tarzı’nda ifade bulan Şarkiyatçılığı Marx’a yakıştıramamalarıydı. Bunun yerine, gerek Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın ünlü Önsöz’ündeki, gerekse Kapital’in birinci (ve üçüncü) cildindeki, “evrensel serflik ve/ya feodalizm” yaklaşımını tercih ediyorlardı.
Biraz da özeleştiri. 1960’lar, 70’ler ve 80’lerdeki pozisyonum itibariyle ben de bu kategoride yer alıyor; Osmanlının elbette feodal, düpedüz feodal, âşikâr ki feodal olduğu noktasından tartışmaya katılıyordum. 1983’te yazıp yayınladığım iki kitabıma — ilk ciddî tarihçilik denemelerim sayılabılacak Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü ile, asıl Kabileden Feodalizme başlıklı, oldukça daha hacimli çalışmama — bu tasnifçi anlayış hâkimdi. Tasnifçi (classificatory) diyorum, çünkü ister Batı ister Doğu toplumlarına ilişkin mevcut cins (genus) ve tür (species) tanımlarını veri kabul edip, Osmanlının bunlardan hangisine sığdırılabileceğine bakıyordum. Historiyografik sorgulayıcılığım, ürünleri bırakıp düşünsel üretim sürecinin en başına dönme çabam ise daha emekleme aşamasındaydı. Asya Üretim Tarzı’nın Şarkiyatçı soykütüğünü görüyordum. Profesyonel Osmanlı tarihçilerinin “biz bize benzeriz”ciliğinin köklerini görüyordum. AÜT’çülerin söz konusu Osmanlı tarihçilerine bağımlılığını görüyordum. Her iki grubun feodalizme (veya Avrupa feodalizmine) ilişkin görüş ve bilgilerinin eskimişliğini (Marc Bloch ve sonrasından hemen hiç haberdar olmadıklarını) görüyordum.
Ama asıl o her şeyin merkezindeki Feodalizm kavramının nasıl oluştuğu ve ne kadar derin bir Avrupa-merkezcilik içerdiği meselesinin, 1985’e kadar daha yeni yeni farkına varıyordum. Bu duyarlılıklar 1985-1991 arasında Birmingham’da yazdığım doktora tezime dahi ancak kısmen yansıyacak; bu yazı dizisinde dile getirdiğim, temellendirmeye çalıştığım şimdiki yaklaşımım ancak ondan da sonra, son otuz yılda bugünkü şeklini alacaktı.