Ana SayfaYazarlarOtoriter bir “anti- emperyalist”

Otoriter bir “anti- emperyalist”

 

Fidel Castro 1959 yılında Küba’da diktatör Fulgencio Batista rejiminin yıkılmasıyla iktidara geldi. Aslında Küba’ya demokrasi getireceğine söz vermişti; ancak kısa bir süre sonra, asıl amacının önce sosyalist daha sonra komünist bir yönetim oluşturmak olduğunu açıkladı. Bu  “ulvi” amaca ulaşma babında Castro derhal kolları sıvadı. Önce ruhban sınıfı ülkeden sürgün edildi, Katolik okullarına el kondu ve işveren tabaka veya sermaye sınıfı olarak bilinen kesim ortadan kaldırıldı. Castro kısa zaman zarfında ülkesinde iki grup oluşturdu: Amerika’ya kaçma fırsatını elde etmiş şanslılar ile Küba’da kalıp yoksulluğa ve otoriter yönetime katlananlar.

 

Bir Fidel bir de “Yanqui” vardı

 

Küba devrimi ile ABD yanlısı Fulgencio Batista’nın iki ayrı seferde (1933-44, 1952-59) toplam 18 yıllık iktidarına son veren Castro, kendisi başa geçtikten sonra Küba halkının ne istediği, nasıl bir yönetim arzuladığı konusunu asla gündeme almadı. O sosyalizm demiş ve halkını “ya sosyalizm ya ölüm”  tercihinde kendisine bağlı olmaya davet etmiş, hattâ mecbur bırakmıştı. Kübalılar açısından hayatın sırrı alfabenin iki harfinde gizliydi: F ve Y.   “F” demek Fidel demekti,  “Y” ise Yanki (Yanqui), yani Amerika. İşte Castro bundan sonraki bütün ömrü boyunca  burnunun dibindeki bu ezeli ve ebedi rakibe karşı mücadele içinde olacaktı. Halkını hep şuna inandırmaya çalıştı: Küçük bir ülke olarak Küba, yanı başındaki Amerika’nın hegemonik gücüne karşı durabilirdi. Ama nasıl ve ne şekilde?  İşte bu noktada ideolojik mücadele devreye girecekti. Bu ideolojik çatışmada sosyalizm, ülkedeki tüm yoksullar açısından yegâne umut idi. Fidel yoluna devam etti. 57 yıllık iktidarında Soğuk Savaşa, Küba füze krizine ve Sovyetlerin dağılmasına tanıklık etti; ancak nedense Küba’yı kutsal hedefine taşıyacak ve halkını refaha kavuşturacak ulusal bir ekonomi modeli kuramadı.

 

Fidel’in Amerikan düşmanlığını yanı başındaki komşusu da karşılıksız bırakmadı. Henüz iki yılını zor tamamlamıştı ki bir darbe girişimine maruz kaldı.  Nisan 1961’de CIA, Küba’dan kaçanlar arasından devşirip eğittiği bir grubu Domuzlar Körfezi’nde karaya çıkararak Castro’yu devirmeyi denedi. Ancak CIA ve Kennedy yönetiminin bu girişimi fiyaskoyla sonuçlandı. Bunun üzerine Castro, zaten yanaşmış olduğu Sovyetler Birliği ile daha da sıkı bir ittifak kuracak; 1962 yılında orta menzilli Sovyet nükleer füzelerinin adaya yerleştirilmesi için kolları sıvayacaktı. İşte Castro’nun bu girişimi, birdenbire dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getirdi. Kennedy yeni füzelerin yerleştirilmesini engellemek ve kurulmuş bulunan füze üslerini söktürmek amacıyla abluka ilân edip savaş gemilerini harekete geçirdğinde, Kruşçev yönetimindeki Sovyetler Birliği geri adım attı, bu tehlikeli girişimden vazgeçti ve dünya derin bir soluk aldı.

 

Sosyalizmin kollektif çiftlikleri refah yaratamadı

 

Devrim öncesi Küba, kalkınmakta olan ülkeler arasında refah düzeyi açısından iyi bir konumda sayılırdı. Özellikle yetişmiş doktor ve dişçi açısından, Latin Amerika ülkeleri arasında Küba üçüncü sırada yer almaktaydı. Bu dönemde Küba bütün bölgenin en düşük çocuk ölümleri oranına sahipti ve bütün dünyada çocuk ölümlerinin en düşük düzeyde olduğu 13. ülke konumundaydı. Kübalıların eğitim düzeyi de Latin Amerika’nın en üst seviyesindeydi; meslekî yeterlilikleri, ticarî hayatları, sivil toplum örgütleri ve hayır kurumlarıyla, biraz da gıpta ile bakılan bir yaşamları vardı. Ancak devrim sonrasında Castro bütün bunları yıktı. Topluma kollektif çiftlikler dayatılarak zirai yaşam yıkımın eşiğine getirildi. Böylece Küba ülkedeki devrimi sürdürmek uğruna önce Sovyetler Birliği’ne (şeker üretiminin hemen tamamına Sovyetlerin talip olmasına), ardından da Hugo Chavez döneminde Venezüela’ya (Venezuela’dan ucuz petrol alımına) bağımlı duruma geldi.  Bu arada Castro, uluslararası sempati toplamak amacıyla ABD ambargosunu her durumda gayet ustaca kullanmasını da bildi.

 

Son elli yılda Küba’nın ihracatı Haiti’nin bile gerisine düştü.  Bir süre sonra Küba’daki doktor sayısı da iyice azaldı, çünkü çoğu para kazanmak için ister kaçak ister resmî yollarla ülke dışında çalışmak durumunda kaldı.  Oysa sosyalizmin en büyük başarısı eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetlerinde yatmaktaydı. Küba zamanla bu alanda bile eksik kaldı. Bugün, ortalama gelirin 20 dolar düzeyinde olduğu Küba’da hükümetin halka dağıttığı gıda tayınları dahi yetersiz sayılmakta. Ülkenin temel gelir kaynakları turizm, tıbbı hizmetler ve ABD’de yaşayan ailelerin gönderdikleri bir nevi işçi dövizleri. Ancak bütün bunlar yine de ülkedeki sosyalizmi finanse edecek yeterlilikte değil. Maalesef sosyalist deneyim Küba’da bir umut yaratmadı. Sınıfsız, sömürüsüz bir toplum yaratma ideali bir ütopyaydı. Ancak tek kişi kültüne dayalı olmayan insani bir yönetim gene de hayata geçirilebilirdi.

 

Gelinen aşamada belki tek çare “sosyalizm ve devrimci mekanizma”nın gevşetilmesi; özel sektöre yol açılıp yabancı sermayenin teşvik edilmesi. Bu durum Kübalılara zenginleşme ve daha müreffeh bir yaşam yolunu açar; ancak bu kez halkın hükümete olan bağımlılığını da azaltabilir. Peki, kardeş Raul böyle girişime müsaade eder mi? Şimdilik etmez görünüyor. Çünkü Küba’da “bir şok terapi olmayacak” dedi. Bu arada ülkedeki tek partili sistem ve binlerce bürokrat da yeni bir ekonomik düzene çark etme niyetinde değil. Gerçi 85 yaşındaki Raul, 2018 yılında iktidarı devredeceğini söylemişti; ancak bu devir olsa olsa yine aile bireyleri arasında bir devir töreni şeklinde olabilir.

 

Asla bir Nelson Mandela değildi

 

Bu arada aile deyip geçmemek gerekir, çünkü Fidel’in genişçe bir ailesi var. Kübalılar Castro’nun özel yaşamını pek bilmez ve konuşamazdı. 1949 yılında Mirta Diaz-Balart ile evlenen Castro beş yıl evli kaldı ve bu evlilikten Fidelito adında bir oğulları oldu. Daha sonra Castro eskiden öğretmen olan  Dalia Soto del Valle ile hayatını birleştirdi ve bu evlilikten de beş oğlu dünyaya gelmiştir. Fidel’in romantik bir aşk hayatı yaşadığı Naty Revuelta’dan da Alina Fernandez Revuelta adında bir kızı ve tabii başka çocukları bulunmakta. Kısacası “varisleri” hiç de az değil. Zaten Castro da yeri ve zamanı geldiğinde iktidarı devretmeyi bilen bir Nelson Mandela değildi. Aksi takdirde, tıpkı monarşi rejimlerinde olduğu gibi iktidarı kardeşine bırakmazdı.

 

1926 yılının Ağustos ayında Oriente ilinde doğan Fidel Alejandro Castro Ruz, Havana’da üniversiteyi tamamladıktan sonra bir süre avukatlık yapacak ve daha sonra siyasete yönelecekti. Babası Angel, Galicia’dan göç etmiş zengin bir çiftçiydi. Fidel ölümüne kadar sürdürdüğü anti-Amerikancılığını babasından da almış olabilir.  Çünkü Fidel’in babası da 1898 Amerika-İspanya savaşında, orduda çavuş olarak Amerikalılara karşı savaşmıştı.

 

Fidel iyi bir anti-Amerikancı mıydı, yoksa iktidarını anti-Amerikancı bir temelde kuran tipik bir 20. yüzyıl diktatörü, en azından otoriter bir yöneticisi miydi? Bana kalırsa Fidel’in anti-emperyalizmi kendi otoriter rejimini kamufle eden bir maskeden ibretti. Dünyadaki hiçbir sosyalist liderin, iktidar koltuğuna onun kadar yapışmadığını da unutmayalım.

 

Son olarak, kimi Kürtlerin Saddam hayranı Castro’ya övgüler dizmesini de anlamak da mümkün değil. HDP Şırnak milletvekili Faysal Sarıyıldız, 13 Ağustos 2016’da twitter hesabından Castro için, “Minbiç zaferi, halkımızın size 90.  doğum günü hediyesi olsun” diye  bir paylaşımda bulunmuştu. ABD’nin hava desteğiyle elde edilmiş bir zaferi, ancak bir “Kürt” en büyük ABD düşmanına hediye edebilirdi. Tabii aynı Castro, “büyük devrimci” diye tanımladığı Enfal ve Halepçe soykırımı sorumlusu Saddam Hüseyin’i tedavi etmek amacıyla 17 Haziran 1997’de Küba’dan özel bir sağlık ekibi de göndermişti. Yine daha geçen yıl Küba genelkurmay başkanı Şam’ı ziyaret ederek Beşar Esat’a desteklerini sunmuştu. Bir Kemalistin, Atatürk hayranı Castro’ya hayranlık duymasını gayet normaldir. Ancak ben kimi Kürtlerin Castro hayranlığını halen çözememiş bulunuyorum. 

 

- Advertisment -