“Pencere” hayattı bir zamanlar. Eskiden evlerin nefes aldıran, gönül ferahlatan mekânlarına, sevilesi “hususi yaşam alanları”na farklı kültürler, bölgelerde yakıştırılan, o büyük iltifata layık görülen güzelim deyişiyle de “hayat”tı.
Avludur, sofadır, birinci kattaki galeri-balkon, cumbadır, sekilik, ayazlık, çardak, yıldızlara nazır damdır… Can Yücel alır Güler’i “hayat”a çıkardı mesela; küfretmeyeceğini bilsek alır yârimizi biz de çıkardık bir kuytusuna okuduğumuzda: “Hayatta yattık dün gece /Üstümüzde meltem /Kekik kokuyor ellerim hâlâ /Seninle yatmadım sanki /Dağları dolaştım”.
“Hayat”tı elbet pencere de… 60’lı yılların Radyo Günleri’nde “cıngılı”nı Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’ndan alan “Dünyaya Açılan Pencere” programına nazire, “dünya”ydı. Heyhat geçen hafta “Sizin pencereniz kaç m(m)²” yazımda biraz araladığım gibi “Pencereler debozuldu”…
(Bir huylu huysuz not: Bugünün ölçüleri aşmış-katmerlenmiş gündeminde, geçmişe ihtiyatla, dikkatle göz atan bazı “-de’li, -da’lı, dahi’li”, “eskiden”li karşılaştırmalar külliyen ihtiyar sayılmaz. Hatta bence bazısı “genç kalanlar”dır, hafıza nezdinde. Metodoloji şablonunu koyup, “eskiciler”le genellemeyiniz. Artık “Beterin Beteri Psikolojisi” diye bir bilim dalı var.)
Pencerelerin sadece daralan/bölünen m²’si, yalıtık camının mm²’si, baktığında manzarası değil… Sözlükteki “açılan bir şey” esasına zımnen dayalı tarifi bile bozuldu. Açılan değil yatayı-dikeyiyle çeyrek, hatta iki parmak aralanan pencereler bir yana… Plaza protipli mekânlarda camları asla açıl(a)mayan akvaryumların yanaklarına benzedi.
Akvaryum plazaların balıkları
Öyle ki, tıka basa, “açık ofis” modalı/bahaneli akvaryum-işyerlerinde memuru işçisi, efendime söyleyeyim grimsi-sarımsı soluk rengiyle en ucuzundan Lepistes (Gupi). Ortalıkta, güneş, hava istemeyen, floresansla-spotlarla “yeşeren” ofis bitkilerinin arasında nazlı havalı dolaşan atanmış Japon Balığı, tombul.
Geçimsiz, kavgacı Siyam Balığı ise tepede, camlı ofisinde… Camın ayna olduğu saatlerde suretiyle, kendisiyle bile kavga ediyor. Coppola’nın “Rumble Fish”inin solungaçlarını çınlatarak, kendisinden başkasına “hayat hakkı” tanımıyor. Mevzu Siyam Balığı’na geldiyse değinmesem olmayacak; Melih Gökçek o balığı pek sever.
Daha önce de yazdığım (¹) ama bana durma yazılası gelen temcit pilavımı kaşıklayarak, usanmadan-yılmadan yineleyeyim. Ankara Büyükşehir Belediyesi, bir zamanlar Evcil Hayvanat Bahçesi’ni ziyaret eden Başkan’ın o balığa ilgisine/muhabbetine, 16 Temmuz 2000’de faksladığı kendi haber bülteninde aynen şu sözcüklerle yer vermişti:
“Gökçek, parktaki balığın yırtıcı ve tek başına yaşıyor olmasına ayrı bir ilgi gösterdi. Saatlerce balığın hareketlerini izledi. Balık da izlendiğinin farkındaymışçasına, çeşitli yüzgeç ve solunum hareketleri yaptı.” İlgi, hisler karşılıklı demek, ne güzel özetlenmiş.
“Vahşi Kapitalizm”in turşu kavanozu
O plazaların gri renkli, hatta filmli (²) kalın camlarının, açılmaz pencerelerinin arkasından bakıyor “dünya”ya -önceki yazımdan mülhem- “Dostoyevsk” insan(cık)lar. Bırakın günü-geceyi, saatin kaç olduğunu, mevsimleri bile hissedemiyor o grimsi kavanozun/akvaryumun içinde… Yüzen yüzüyor, boğulan yüzeyine vuruyor, o sır, gereğine uygun tasarlanmış akvaryumlarda. “Kalp yetmezliği” sıradan faili meçhul artık fikrimce… Deliryum ise sabah akşam gidip-gelen yandan çarklı Şirket-i Hayriye vapuru.
Dilimin ucunda… “O kavanozlarda ‘vahşi kapitalizm’in katkılı-dayanıklı turşusunu kurdular” diyeceğim ama… Zihniyeti, illiyeti “pür emperyalizmci” iktidar başdanışmanlarından, yavruVatan parti liderinden destek, tezahürat almaktan ürküyorum. Bu devirde insanın onların “ehl-i küfür”ünden başka ne payesi var. Hem sarf ettiğim “vahşi kapitalizm” de zaten şekersiz sakız… Diline pelesenk edenin en beceriklisi, balon patlatıyor.
Plazaların “devridâim pompası”
O pencere açılımı yasak mekânlarda kendi sesinden, hengâmesinden, gürültüsünden başka bir “ses” duyamadı insan(cık)lar. Nefesini, soluğunu, o dönüştürülmüş -dertte/kederde- ortak oksijenden, aynı işi, aynı hareketi devamlı yap(tır)an o “devridâim”den, emme-basma o pompadan aldı.
“Normal” o oldu… Misal sıcaklık desen hep “normal”; oda hararetinde, anormal ama NŞA sühûnetinde: 12 ay sabit 20-22 derece, havası klimayla dönüştürülebilir oksijen, iklimi yazları-kışları kurak, “klimatik”. Gri camlarıyla günün farklı saatlerinin, mevsimlerin içeriye yansıması sabit… Mevsimsizlik, bioritm filan o da normal.
Hem Avrupa’da, Amerika’da da, Memiş öyle imiş… Hem de “kuş”bakışı, yalıtılmışlığı-kale karantinasıyla pandemik covidden ziyade endemik nevazile müsaitmiş. Arada hava almaya kaçanı da n’apsın; kimi dertten, kimi keyiften sigarasını içermiş. Olsun ve daha ne olsun… İnsan “dönüştürülebilir insan”dır nihayetinde. Mıncıklanmayan kuytusu kalmayan hayatında, havasına, penceresine filan keyfince, “gereğince” elleşmek laf-ı güzaf.
“Penceresiz kaldım anne…”
Ankara’da 90’larda şimdi içinde yeller esen Karum Çarşısı’ndaydı, ikinci büyük gazetenin taşındığı “plaza” ofisi. O mekânda yedi-sekiz ay haber müdürlüğü yaptım. Açılmıyordu elbette, kalın, gri, heyûla camlardan pencereleri. Bir gece, ondan önceki Hilton’a nazır büromuzun üç-dört ay boyunca doyamadığımız balkonuna, her daim açık pencerelerine alışık bünyemizle bıkkın istişareye oturduk, emektar-üstat-gönülden gececi rahmetli Taygan’la… “Yahu” dedik, “Açılmayan pencere olur mu hiç, vardır bir çaresi…”
İnceledik camları, baktık bir kenarında küçük, derince bir dörtgen. “Bu zıvananın zamazingosunu bulursak açarız pencereleri” dedik. Önce koridordaki duvarlardan birinin kuytusuna gömülü “İdare Dolabı”nı keşfettik, sonra onun anahtarını “edindik”. Bulduk açma kolunu… Hem de üç tane. Aldık birini, temelli… Plazada el ayağın çekildiği saatlerde tavandan tabana, ortadan dikine açılan o dev pencerelerden İran Büyükelçiliği’ne sızdı ferahfeza müziğimiz, muhabbetimiz.
Keşke aklımıza geleydi de, Ahmet Kaya’dan “Penceresiz kaldım anne”yi bağırtsaydık o pencereden. “Çağ yangınında tutuştuk” mısraında sesimizi ayarlayıp, “Uçurtmam tellere takıldı” diye çığırsaydık. “Hani benim gençliğim nerde?” diye sorsaydık, en yüksek perdeden, en çok gençliğe eziyet edenlere… Elimizde sadece pencerenin anahtarı, ibret için “şerefsiz şerefsiz” coplansaydık.
Amiral gemisinin sırça köşkü
Oradan Cinnah’taki en büyük, birinci gazetenin pencereli-balkonlu ofisine transfer oldu pencereli bünyem. Odam en genci yarım asırlık çınarların arasından Cinnah’ın 7/24 manzarasına “çıkan” balkonuyla gazeteciliğe siftahımdaki gibi bir vaha. Bir de fesleğen rafı ekledim boydan boya; kedi misali okşa dur, salsın kokusunu, rayihasıyla mırıldansın. Heyhat bu ülkede ilelebet sürmez tabii böyle sefalar. Manzaranı bile işgal ederler.
Bir gün baktık, üst düzey idarecilerde, İstanbul’dan gelen ağır misafirlerde bir heyecan, bir coşku… Ankara’nın göbeğindeki, bir koşu TBBM-Bakanlıklar, elçilikler, bir koşu Cumhurbaşkanlığı Köşkü menziliyle, “Ankara Gazeteciliği”nin tam nabzındaki büromuz meğer çok eskimiş. Demode…
O binanın içinde yaşayan bizler, onca yıl fark edememişiz bu durumu. Zaten derya içre fark etmek doğrusu tanımlanmış, sırtı sıvazlanmışbirincil görevimiz de sayılmaz. “Gazeteci”yiz bu ülkede; derya içre olup da deryayı bilmeyen/bilmeyi pek istemeyen, bilse de suyun yüzüne çıkıp dillendir(e)meyen balıklar gibi…
Küresel ısıtmalı çağdaş mimari ödülü
Hem plaza değil(miş) ofisimiz; sadece dört katlı bildik bir apartman. Yakışmaz tabii amiral gemisine… Uzaktaki “yesyeni” binamız -pardon center plazamız- yıl sonuna yetişiyormuş. Taşınacakmışız… Hemen koşturdum tabii. Arz ettim ısrarla; “Biz yerel Ankara Gazetesi’yiz, burası da Ankara’nın merkezi… Biz burada kalsak olma mı?”
Tereddütsüz, gelinen o noktadan sonra aslında haklı, mâkul gerekçelerle, “Yok, mümkün değil, olamaz” dediler. Hürriyet bir arada değerli, yerinde ağır ayrıca… Uzağa, şehirden kaçış furyasına takılarak, “plaza-tower dünyası” Eskişehir Yolu’na, “Media Center”ımıza taşındık.
Her yanı camdan, harika bir sırça bina -pardon center plaza-. Mimarlık Ödülü de kazandı hemen ama şiltini sanıyorum her yanı cam olduğu için asacak/çakacak yer bulamadılar. Hissettiğim kadarıyla; kavanozu eve benzetirsen de kıymetli, evi kavanoza benzetirsen de övgüye değer galiba küresel ısıtmalı çağdaş mimaride. Hele pencereleri lomboza çevirirsen, itibarda 20 Bin Fersah… Doğrusu harika bir kavanoz yahut akvaryumdu o bina da, hakkını vermeli. Hürriyet akvaryumunda güzeldir, orada yetişir.
Mânâsı da derin; “Dik açılarla oluşan ortogonal mimariye karşılık gelen basit bir sırlı küp. Yüzeyine yerleştirilen Braille alfabesini andıran ve “Herkes için iletişim”i simgeleyen delikli kalkan sayesinde bina uzaktan da algılanıyor. İç kısımdaki kaplamalar, dış cepheye uygulanan aynı sakinleştirici renk paletini tamamlıyor: koyu gri, siyah, kahverengi tonları…” Yani koyu gri, siyah renk paletiyle, ülke manzarası açısından da biçilmiş kaftan. Sakinleştirici zaten millî ihtiyaç…
Açılmaz pencerelerin manzaraları
Dev, tavandan tabana, boydan boya -açılmaz- pencereleri desen ömre bedel… İki yanı -burun buruna- benzinlik manzaralı. Hem adresini verdiğinde şak diye buluyorlar; Eskişehir Yolu’ndaki iki benzinliğin tam ortasındaki sırça plaza. Muhtemelen herkesin aklının bir köşesinde “Benzinlik(ler) patlar mı ki acep?” sorusu geziniyordur, o ayrı.
Biz en üst katındayız. O “kuş”bakışı manzaradan bunalsan, arkada bir bankanın -adıyla münasip- tüm halkını doldurduğu cambul cumbul kule-tower seyrisefâsı. Canın sıkılınca seyre dalıyorsun, uzaktan akraba karıncaları… Önü desen bakmaya, duymaya, izdihamına doyamayacağın 7/24 şehirlerarası yol. Plazantrik manzarada çağ -dört koldan- böyle atlanır.
Lâkin binanın duvarları, yani bir bakıma ikincil taşıyıcıları da grimsi cam olduğu için pencereleri açılmaz tabii. Dağlara taşlara biri kazaen açılsa, benim kıt ve Türkiye’ye has şüphesiz karamsar mimari tahayyülümle seyreyle gümbürtüyü. Ama yok, Karum’daki ofisteki gibi kulpu filan da yok zaten, kırmadan açamazsın… O da imkânsız; camları kırılmaz cam, öyle kallâvi kül tablasıyla filan bile olmaz. Fırlatsan -Paşabahçe Palaks- zıplar… Mesela ateş ettiler kırılmadı; camda küçücük bir ısırık.
“Penceresiz gazeteciliğin” hâl-i pürmelâli
Yalnız binanın mevsimleri, iklimi biraz sorunlu… O da sırça, fazla hassas, kırılgan, camına-başına buyruk tabiatıyla. Isıtılması da bir mesele, alt-üst katlarına göre… Soğutulması da. İçeride tıslayarak dönüp dolaşan havanın çöreklendiği, her köşesinden güneş ısıtmalı hararetiyle üst kat, yaz-kış yanıyor, en alt kat sonbahardan itibaren neredeyse donuyor.
Alt katta bazı masa kuytularında o eski, küçük Kumtel elektrik sobalarından vardı diye hatırlıyorum. Yani 70’lerdeki o meşhur “Üst kattakiler donmuyor. Alt kattakiler pişmiyor. Benim de koşuşmaktan ayaklarım şişmiyor”lu İzocam reklâmının tam tersine dönüştüğü, alt-üst olduğu koşullar.
O da büyütülecek bir mesele değil; nihayetinde koskoca marka plaza. Sözü atasözü destekli savunmaya verirsem… Plazayı seven şeysine katlanır. O kadarcık kusur, -herhalde- sarayda da olur. Hem belki de ben, orada oynamasını bilmeyen gelin misali, yerim-gönlüm dar diyorumdur. Armudun sapı, üzümün çöpü, yok plazanın penceresi…
Gazetecilik, gazeteciler de “penceresiz”, “açılımsız” kaldı bu mühendislikte. Müsaadenizle “penceresiz gazetecilik” olarak kavramlaştırmayım bunu da, psikososyal yani bilimsel yazı dizimde. Ama kabahatin çoğu plazalarda… O eski programdaki gibi “Dünya açılan penceren” yoksa, açılmazsa, kalınsa, geçirimsiz/geçimsizse, yasaksa kul ne yapsın? Hep derim ya; o ana yâdigârı deyişle tek çare, “Göğsüne pencere aç evladım” belki de…
“Bakmalar”dan öyle sıkılıyor insan
İşte “bakmalar”dan, “pencere bakmaları”ndan öyle sıkılıyor insan. Daralıyor… Önce pencereler bozuldu, manzara bozuldu, sonra “bakmaları” kalmadı insan(cık)ların. Mimar-yazar Cengiz Bektaş ne diyor: “Pencere ben güzelim diyebilmek için /Sizin gözünüze saygı duyacak önce /Odada oturmayı sevdiğiniz yerde açılacak önünüze /Bak, buradan bakış ne güzel diyecek.”
Turgut Uyar boşuna “Pencereden bakmayı öğreteceğim sana” demedi, üsten üsten. Yine de ben türlü “bakmalar”ı, “pencere bakmaları”nı Edip Cansever’den öğrendim, eğer öğrenebilmek mümkünse bir ömür açık-kapalı süreni… Onun “Bakmalar Denizi”nden: “Bakmalar görüyorum bütün gün türlü bakmalar /pencere bakması, sabahlar bakması, yeşil otlar bakması /hepsi de bir yağmur uysallığında /aynı bir gözler denizi”.
Evet, türlü türlü bakmaları var insanın ama açılıp da bakmalı pencereler/bakılası pencereler gerekiyor öncelikle. Her anlamda pencere bakmaları… Onun insanlarının “pencere bakması”yla, “sabahlar bakması”yla başlıyor bazen “İyi bir gün…”: “Dünyadayız artık. Dünya! /Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere /Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor.”
“Sokak en açılmış pencerelere dalar”
Onun “tabiatla oynaşan”, insana sarkan pencerelerinden “dünya resmi görünür”. “Bir sokak en açılmış pencerelere dalar” oradan… Yahut “Bir pencere sokağa girdi girecek”… Pencere mühim; “Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde. /Gözler mi? tavana dikili; hayır; pencereye”… “Bir karanfil pencereyi deler” sevinirsin hiç yoktan. Atarsın üstünden, unutursun penceresiz gri-kara, zifir odaları… Kanatların açılır, gönlündeki dâhil.
“Bir pencere sapsarı; ya sizden, ya müziğin renginden /Dersiniz hiç çekinmeden /Dersiniz: niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı”… Keyifle mırıldanırsınız; “Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi /Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız /Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili /Sevinçle okşadınız /Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi /Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız”. Bozuldu şiir dolu pencereler (de)… Bir seferlik geçin pencerenin önüne, haksız mıyım?
Bileydim öyle mi bakardım…
Ah ah… Yetişkinliğimde şehir manzaralarının, pencerelerin böyle olacağını bilseydim, son 20 yılımda çirkinliğin bu denli meşrulaşacağını/laştırılaşacağını, “manzara”nın bile yok edilebileceğini -ah kafam- düşünebilseydim, vaktiyle öyle mi bakardım pencerelerden?
Yağmalanan-yanan doğaya, kesilen yarım asırlık ağaçlara, bir gecede yıkılan, ranta, imara târumar o asırlık güzelim binaya, sokaktaki çocukların türlü oyunların peşindeki cıvıltılarına, adı bile değişen iğde kokulu o sokağa, öyle yarım yamalak, alışmanın savrukluğuyla, vefasızlığıyla mı bakardım… O yıllarda dört mevsimin kendine has, pür manzara odaya dalan saltanatıyla ayrı ayrı, her şeyiyle farklı yansıdığı pencereleri hovardaca kanıksar mıydım hiç!
Diyorum diyorum da, görmeleri boş veren insanların “bakmaları” da kalmadı. Pencere diyorum sonra, pencere… Devam edeceğim; “kapı-pencere duvar” insanların inadına penceresini “kapı”, gel geç hanı kılan insanlarla… Bir de İstanbul’la Ankara’nın pencerelerine şöyle bir bakmaya çalışacağım. Kaldığı kadarıyla…
(¹) “Öfke sadece cücede sevimli”, Yaşar Sökmensüer, Hürriyet, 21 Şubat 2009.https://www.hurriyet.com.tr/ofke-sadece-cucede-sevimli-11052564 (Önemli not: O yazımın başlığı, Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’deki “Öfkeli” karakterine göndermedir.)
(²) Fantastik-gerilim: Filmli camlar Renkli, filmli cam deyinceotomobillerden,ciplerden,VIP minibüslerden söz etmemek, meselenin psikolojisini-sosyolojisini, yazının cilasını eksik bırakır. Artık çoğu vasıtanın zaten fabrikadan hafif renkli üretilmesi kesmiyor çoğu alıcıyı. Alır almaz en koyusundan film çektiriyor meraklısı camlarına.
Dışarıdan içerinin görünmemesini sağlayan, içeriden dışarıya ise günü/gündüzü hep akşamüstü, hep Londradamus kılan gri tonlarıyla bakan araba sefası/havası… Belki de öyle gri, öyle karanlık baka baka aydınlığa, ışığa yabancı kaldı, envaî çeşidiyle ekranlara yansıyan bir kısım trafik canavarları. Yahut öbürü öbürünün yumurtası-tavuğu, kim bilir… Öyle kara camları boy boy “makam” araçlarında kamusallaştırdık da, kamuoyusal araştırmadık dıgıdık dık, maalesef.
Öncelikleve elbette arabanın sahibisine havalardan hava katar da, “sır”ını da düşünürsün o kara aynalı camların. Eh, felfesat felsefenin hâkim olduğu ülkede insanın aklına geliyor tabii: Artık içeride ne film dönüyorsa… Nasıl gelmesin, onca yıl ajandı, tetikçiydi, “kötü adam”dı, o karakterleri hep kapkara camlı gözlükleriyle izledik filmlerde. Mesela pembe -camlı- gözlüklü ajan olur muydu hiç. Olursa… Ya dedektif-müfettiş Closeau’lu (Peter Sellers) komedi Pembe Panter, ya da hepsi birbirinden tetikçi Charlie’nin -Cehennem- Melekleri…
“Masum”u, “zevki-keyfi öyle”si de var şüphesiz. Elbette kastım onlar değil. Araba sevdasını yakından tanıyan, karasevdaya, her anlamda varlık anıtına, “ben”liğe dönüşmedikçe muhabbetle anlayan birisi olarak keyif kâhyalığı şahsıma düşmez. Ben de severim mesela içinden homurdayan Mustang’i, bilhassa genç-yaşlı, “Otomobil tuttu yolu” 911 Porsche’leri. Lâkin fikrimce her “efsane”nin orijinali kıymetlidir. Sağınla solunla, egzozunla filan durmadan oynarsan, olmadık şeyler ekleyip-çıkarırsan bence “şık” olmaz, zannınca olsa da yan etkisi gölgeler, ele verir gizli niyeti. Ferrarisini Satan Bilge popülerdir de, Ferrarisine Tüp Taktıran Çekirge’yi unutmayalım.
Son olarak ne diyeyim; mevzuma yazımın başlığında eğretilediğim “Pencere camın kara, seninki benden kara” atasözünün, –bilhassa aslını da hatırlatarak- bir nevi itibar kazandırdığını, bir bakıma mertebe sağladığını, ihtiraslı müsabakaya dönüştüğünü, bahane, özsavunma mekanizmaları arasında en sağlam sırça cıvataların ilk sırasına yerleştiğini söyleyebilirim belki. Zira Avrupa’da, Amerika’da, -Vahşi- Batı’da da pencerenin-tencerenin dibi öyleymiş galiba… Öyle diyorlar.
DİPNOTTAKİ KARİKATÜR: Andrei Popov, Rusya.