Hemen her gün şahit olduğumuz adaletsiz ve elbette iz’ansız uygulamalar karşısında ana akım medyada yer bulamayan karşı çıkışlar, zaman zaman ‘söz’ün bir etkisinin kalmadığı vesvesesine kapılmamıza sebep oluyordu. Sezen Aksu’nun sözüne sahip çıkması ‘söz’ün gücünü bize bir kez daha gösterdi.
Fakat ben, bu ölçüde kitleselleşmese bile ‘söz’ün Ankara’da beş gündür süren işkencenin sona ermesindeki etkisinin de görülmesini isterim. Bunu, mağdurların, işkencenin bu haberlerin sosyal medyada yer almasında sonra bittiği, eğer böyle bir etkinlik olmasaydı “kim bilir daha neler yapacaklardı“ şeklindeki ifadelerinden anlıyoruz. Bu ifadeler çok büyük kitlelere ulaşamayan sosyal medyanın bile en ağır insanlık suçunu önlemede, bir nebze nefes almada etkili olduğunu gösterdi.
Bu cümleden olarak bütün olağanüstü hal uygulamalarını radikal bir şekilde yeni yeni eleştirmeye başlayan ceza hukukçusu, Prof. İzzet Özgenç’in söze “sosyal medya bize büyük kapı açtı” diyerek başlamış olması da manidardır.
20 Temmuz 2016’da ilan edilen, iki yıl sonra de jure (resmen) olarak kalksa da de facto (fiili) olarak devam eden Olağanüstü Hal uygulamalarından altı yıl boyunca pek de şikâyetçi olmayan İzzet Bey, bugün bütün bu uygulamaları radikal bir şekilde eleştirmektedir. Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle soruşturulan ve bir bölümü cezalandırılan 160 bin civarında vatandaş ile ilgili itirazını duymamış olsak da, İzzet Özgenç bugün Sedef Kabaş’ın Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle tutuklanmasını “salt hakaret suçundan dolayı tutuklama kararı verilmesi asla kabul edilemez” diyerek eleştirmiş, “İstanbul’da sulh ceza hakiminin verdiği malum karar uluslararası camiada bizi rezil etmekten başka bir sonuç doğurmaz” değerlendirmesinde bulunmuştur.
İzzet Özgenç’in bizi şaşırtacak başka itirazlarını da duyduk, aşağıda bunlara da değineceğim ama değerlendirmeleri arasında en önemlisi, bugün yaşadığımız dönemi 28 Şubat sürecine benzetmesidir. Artık askeri vesayetin var olmadığı bir ortamda “Kontrol bizim elimizde değil. Kontrol şu anda, açık söyleyeyim, bizim bilmediğimiz bir kişinin, kişilerin elinde” ifadeleri dikkat çekicidir. Bu kadar büyük mağduriyetlere yol açacak uygulamaların demokratik bir rejimde yapılmasının akla uygun olmaması nedeniyle bu uygulamaların sorumlusunu arka plandaki bazı güç odaklarıyla açıklama eğilimi özellikle siyasi iktidarı destekleyen kesimde ve hatta bu uygulamalardan mağdur olan kesimde de vardı ama cumhurbaşkanına yakın biri tarafından bu netlikte ifade edilmiş olması durum tespitinin ötesinde yeni bazı gelişmelerin olacağına işaret ediyor.
Altı yıldır “iltisak” gibi hukukta yer alması mümkün olmayan kriterlerle görevden ihraç edilen ve “sosyal ölüm”e mahkûm edilenler hakkında bir itirazını duymadığımız sayın Özgenç’in birdenbire bunlara bir KHK’lı gibi itiraz etmesi ve bütün bu mağduriyetleri giderecek bir düzenlemeyi formüle ettiğini belirtmesi de yine bu fasıldan sayılmalı.
İzzet Özgenç, durum tespitinde başarılıdır: “Tümdengelim yöntemiyle” tespit edilen birtakım alakaların yani “iltisak”ın terör kapsamında değerlendirilip cezalandırıldığını söylerken ve buna karşı çıkarken tamamen haklıdır. Keza cezalandırmaların hukukta yeri olmayan “itisak”a dayandırılmasının kabul edilemez olduğu, “somut bir suç yoksa dershane, banka, gazete ceza sebebi olamaz” ifadeleri de yerindedir. Ne var ki önerdiği “Toplumsal Uzlaşı Yasası” sorunları çözüme ulaştıramayacaktır. Bu yasa önerisinin ismi bile durumu izah etmemekte, “sağ” ideolojik kesimlerin genel temayülünü yansıtmaktadır. Yasanın isminden hareket edersek, sanki uzlaşmakta zorluk çeken gruplar var ve bu durum için bir yasa öneriliyor; oysa mesele toplumda değil, devlette.
Bu çalışma 28 Şubat sürecinde görevlerinden atılan veya bu nedenle istifa etmek zorunda kalan başörtülülerin mağduriyetlerine son vermek üzere 2007 yılında çıkartılan “sicil affına” benziyor. O düzenleme ile başörtülü arkadaşlar görevlerine dönebilmişti ama bu süre zarfında çalışamamaları tazmin edilememişti. İlk günden beri maalesef bu konuyu çok küçük bir kesim dile getiriyor, yaşanan hak mağduriyeti gündeme alınmıyor. Maalesef haksız bir şekilde görevlerinden atılan bu arkadaşlar da bugün kendi yaşadıklarının çok daha büyük ölçeklisi karşısında büyük bir sessizlik içindedir.
28 Şubat sürecinde, Başkent Kadın Platformu’nun kamu personeli dayanışma grubunun çeşitli lobi faaliyetleri, dayanışma çabaları takdire şayandı ama 2016 yılında başlayan KHK ile ihraçlar konusunda böyle bir çabası görülmedi.
Her ne kadar Özgenç’in çalışması sorunu kökten çözme konusunda eleştirilebilir olsa da bu konunun gündeme gelmesi daha önce de bahsettiğim yeni gelişmelerin habercisi konumundadır. Temennimiz ve gayretimiz adaletsizliği sürdüren değil son veren çalışmaların ortaya çıkarılması yönünde olmalıdır.