Ana SayfaYazarlarRahmetli Dikran babamla Beyrut anıları

Rahmetli Dikran babamla Beyrut anıları

Hrant Topakian

 

Bendeniz Beyrut, Lübnan doğumluyum. Dedem 1943 Varlık Vergisinin ağır cezai uygulamaları neticesinde Erzurum-Aşkale’ye sürülmüştür. Orada yaklaşık olarak bir yıl kaldıktan sonra dönüşte, bütün mal varlığını (Kadıköy Altıyol ağzında bir köşk, Gedikpaşa’da bir bina, Kapalıçarşı’da iki mağaza, Galatasaray’da bir mağaza, Kazlıçeşme’de tabakhane ve enva-i tür aile yadigârı elmas, pırlanta yüzükler, bilezikler, tablolar) kaybetmiş biri olarak, ailecek Beyrut’a, ablasının yanına, cebinde sadece 50 TL ile göç etmişlerdir. Yani benim Lübnan’da doğup büyümeme neden olan yıllar böyle başlamıştır.

 

Baba tarafım (öğünmek gibi olmasın) Kayserilidir. Anne tarafım ise Karadeniz, Ordu. Gayet iyi hatırlıyorum, Beyrut’taki evimiz eski bir Osmanlı karakoluydu. Evin içine girdiğinizde tam karşınızdaki duvarda bir Osmanlı arması sizi karşılardı. Çocukluğum çok curcunalı geçti. Dedem, babaannem, bekâr amcam, annem, babam ve kardeşim hep birlikte aynı evde yaşıyorduk. Kalabalık evleri tavsiye ederim, çok güzeldir; örneğin her kafadan bir ses çıkardı, özellikle televizyon açıldığında. O yıllarda, İngiliz malı siyah beyaz PYE marka televizyonlar Beyrut’ta çok revaçtaydı. Bahsettiğim, 1970’lerin başı. Lübnan’da TV kanalları siyah beyaz ve Arapça, İngilizce ve Fransızca üzerinden yayın yapmaktaydı. Genelde orijinal dilde ve alt yazılı olarak. Babam hariç bizimkiler Türkçe ve Ermenice den başka bir dil bilmediklerinden, rahmetli babam metazori evin gönüllü televizyon çevirmeni olmuştu. Tabii film izlenirken her kafadan sesler ve sorular yağıyordu ve inanın kimse ne seyrettiğini anlamıyordu, ne de filmin konusu ve sonunu.  Bazen aynı filmi anlayabilmek için üç dört kere seyredilirdi. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; tercümanlık yapan babam için her televizyon dizisi bir ızdırap ve işkence seansına dönmekteydi.

 

Çocukluğumdan bu yana, evimizde Osmanlı kültürü ve ananeleriyle büyütüldük. Örnek vermek gerekirse, misafirliğe gidilirken büyüklerim sıkı sıkıya şöyle tembihlerlerdi: “Sakın ola ki gittiğin evde evsahibinden bir şey isteme, tuvalete gitme, su bile isteme, ayıptır.”

Ailem bana ve kardeşimeasla ve asla Türkiye’den, Türklerden veya herhangi bir milletten, ırktan, dinden veya renkten nefret etmemeyi; herhangi bir cinsiyeti küçük görmemeyi öğretti. Çocukluğumda hatırladığım, ailecek Türk-Ermeni barışı için yıllarca deyim yerindeyse halk diplomasisi yaptık. Lübnan ile ilgili çok ama çok enteresan anılarım var. Bütün bu anıları her iki tarafın yeni nesillerine aktarmak istiyorum. Öncelikle anlatmak istediğim şey şu olacaktır: Dedelerimiz Osmanlı’da birbirleriyle komşuydular, düşman değil.

 

Öğrettikleri şeyi şimdi daha iyi anlıyorum. Bu arada evimizde sürekli olarak bir gerginlik dolaşırdı. Nevi şahsına münhasır bir aileydik. Maalesef dedem ve babam sürekli olarak sudan sebeplerden evde kavga ederlerdi. Ben ise çocuktum ve yemek masasının altına girip saklanır, korkudan tir tir titrerdim. Daha sonraki yıllarda iç savaşa gidilirken annem ve babam tartışmaya başlamışlardı. Annem Türkiye’ye kaçalım, burada öleceğiz derken, babam büyüklerimizi burada bırakıp gidemem diyordu.  Büyükler ise evi barkı nereye ve kime bırakıp gidelim demekteydiler. Daha da sonra anımsadığım, Lübnan karıştı ve iç savaş patlak verdi. Aynı ülkenin insanları birbirlerinin boğazını kesmeye başladılar. O yaşta, empati yapmanın, karşındakini dinleyip fikirlerine saygı duymanın önemini öğrendim ve ömrüm boyunca da hep bu yolu rehber edindim kendime.

 

Yazımın başında bahsettiğim gibi, ailemiz istemeyerek ve zorunlu olarak Türkiye’den göç etmişlerdi. Ülkelerinden bu şekilde gitmeleri kendilerini yıllarca çok üzmüştür. 1943 yılında Aşkale dönüşü dedem ve ailesi Gedikpaşa’dan Şam üzerinden Beyrut’a gitmişlerdi ve o yıllarda çok eziyet çekmişlerdi gurbette. Dedemlerin çektiklerini düşünebiliyor musunuz; yeni bir ülke, yeni bir dil, yeni bir iklim; sevdiklerinden ve en önemlisi de çok sevdikleri vatanlarından, özellikle de 1940’lı yılların Kumkapı’sından kopuş ve bilinmeyen bir maceraya gidiş. Üstelik cepte para pul yok. Büyüklerimden duyduğum kadarıyla, o yıllarda Beyrut Ortadoğu’nun Paris’i değilmiş. Akşam saat 6 olunca sokaklar boşalır ve herkes erkenden uyurmuş. Nerede Gedikpaşa, nerede Beyrut…

 

Babam okul çağına geldiğind, sonradan benim de mezun olduğum Beyrut Amerikan Koleji’ne yazdırılmış. Bu okulda İngilizce, Arapça, Fransızca ve Ermenice dillerinde eğitim verilmekteymiş ve halen de verilmektedir. Fakat ortada bir sorun varmış: babam Ermenice bilmiyormuş. Günlerden bir gün Ermenice dersinde öğretmen babamı ayağa kaldırarak şu soruyu sormuş: Ermenice de “Melek” nasıl denir? Babam bir an duraksamadan Türkçe “Melaike” demiş ve o an öğretmeninden ve daha sonra da teneffüste diğer öğrencilerden feci şekilde dayak yemiş. Bu dayak seansları aylarca devam etmiş; ta ki babam Ermeniceyi mükemmel derecede öğrenene kadar. Daha sonraki yıllarda Allah aileme yürü ya kulum demiş; babam Arapçayı öğrendikten sonra İngilizce, Fransızca ve Almancayı da öğrenmiş.

Zaman içerisinde bizimkiler Lübnan’ın ve Ortadoğu’nun en meşhur ve büyük kürkçüleri olmuşlardır ve “kralların kürkçüleri” olarak nam salmışlar. Ürdün kralı Hüseyin, Suudi Arabistan kralı ve prensleri, Mısır kralı Faruk ve başta Türkiye olmak üzere bilumum cumhurbaşkanları, başbakanlar, meclis başkanları, elçilik ve konsolosluk erkânı, havayolları müdürleri, dönemin Avrupa’sının tanınmış jet sosyetesi, müşterileri olmuş.

 

Çocukluğumda yaşadığım bir başka anımı daha sizlerle paylaşmak istiyorum. Dikran babam başta olmak üzere evdekilerin hepsi Türk sanat müziği aşığıydılar. Her Cumartesi akşamı Beyrut’un Cebel denilen dağındaki yani Bikfaya’daki evimize çıkardık. Orası yazlık yeriydi ve yazları Beyrut’un sıcağından kaçar, kışları ise hafta sonları kafa dinlemeye giderdik, fakat nafile. Bizimkiler orada her gece fasıl yaparlardı. Babam gitar çalardı; annem piyano, bekâr amcam ud, dedem keman, ben ise darbukada olmak üzere evimizde fasıl asla eksik olmazdı. Bu arada müziğin sesini duyan Ermeni komşularımız evimize akın ederlerdi ve hep birlikte saatlerce fasıl keyfi yaşardık. Bu arada diğer evlerden ise o yılların meşhur sanatçılarının müzik tınıları duyulurdu: Dalida, Edith Piaf, Charles Aznavour, Michel Sardou, Johnny Holliday vesaire.

 

Dikran babam Lübnan’da Fahri Türk Konsolosuydu. Tüm elçilik erkanı, büyükelçiler, konsoloslar, askeri ataşeler evimizden çıkmazlardı. Bir küçük anı daha; özellikle burada Türk Hava Yolları Lübnan Müdürü merhum Oytun Günay bey babamın çok yakınıydı. Her THY uçağı geldiğinde bize Türkçe gazeteler yollardı. Hatırladığım Hürriyet, Gün (ki Fırt mizah dergisi içinde yayınlanırdı), Günaydın, Milliyet, Son Havadis. Ve ben Türkiye’de okula gitmememe rağmen Türkçeyi evimizde konuşarak ve bu gazeteleri okuyarak öğrendim. Annemin babası İstanbul’dan bize kazandibi, tavukgöğsü ve Türk kahvesi yollardı ve bir nebze olsun memleket hasretini böyle dindirirdik.

 

Yazları okullar kapandığında Türkiye’ye tatile gitmeyi iple çekerdik. Hem annemin akrabalarını (Menderes’in kuyumculuğunu yapan dedemi) görmeyi, hem de Büyükada’yı. Büyükada’da Motel Lido’da babam süit kiralardı denize nazır. Ve her yıl yaklaşık üç ay Türkiye’de kalırdık. Daha sonraki yazılarımda fırsat verildiğinde size bazı başka anekdotlar da anlatacağım. Çocuk aklımla hep sorardım kendi kendime. Neden atalarımın ülkesine vize alıp geliyorduk? Anlayamıyordum sebebini. Bizimkiler asla ve asla nedenini söylemezlerdi. Aynen, ben niye burada doğdum ve akrabalarımız neden Türkiye’de sorusu gibi…Tâ 13 Nisan 1975’e kadar. Bu tarihi asla unutmayacağım, aynen babamın vefat ettiği 22 Kasım 2008 tarihi gibi. Bu tarihte Lübnan iç savaşı patlak verdi ve biz Türkiye’ye aralıklarla gidip gelmeye başladık ve en nihayetinde 1983 yılında kesin dönüş yaptık.

 

Son yıllarda, ülkemizin daha hür ve demokratik özgürlüklerle dolu bir ülke olması umudunu; bu karmaşık coğrafyada komşularıyla barışık bir dünyada kucaklaşmış bir “Türkiye” ideali ve hayalimi her daim muhafaza ettim. Çünkü içinde yaşadığımız coğrafya asırlardır barışı kovalayıp bir türlü ulaşamadan habire kesintilere uğramıştır. Çocukluğumdan beri sürekli olarak diasporada duyduğum “Türkler Ermenileri kesti” algısını; Türkiye’de ise “Ermeniler Osmanlıyı arkadan bıçakladı, Ermeniler haindir ve Osmanlı’ya ihanet ettiler” algısını silmeyi hedef seçmiştim kendime. Ve bunun için, ben ve ailem başta olmak üzere, bu tip düşünen bazı zihniyetlerle çok mücadele verdik. Buna ister halk diplomasisi deyin, ister barış yanlılığı deyin. Umarım artık bu algıyı zihinlerden çıkartıp atma ve silme vakti çoktan geldi de geçiyor bile. Hepimizin bildiği gibi, dünyada iki türlü afet vardır. Bunlardan bir tanesi doğal afetlerdir (sel, deprem, tsunami, heyelan, vesaire); bir diğeri ise insani afetlerdir (ayrımcılık, ırkçılık, anti-semitizm, İslamofobi, vesaire). İnanıyorum ki samimiyet ve içtenlikle davranıldığı takdirde çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur.

 

Gücüm olsaydı ilk yapacağım şey, yaklaşık bir asırdır devam eden bu kini ve düşmanlığı her iki tarafın kalplerinden söküp atmak olurdu.

 

Kısmet olursa, bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle.

- Advertisment -