IŞİD işgali altındaki Palmira antik kentinde, meşhur sütunlu tiyatronun sahnesinde bir mahkeme düzenleniyor.
Yargılananlar, IŞİD’in önünden kaçan Irak ordusundan ele geçirdiği FIM-92 Stinger füzeleriyle düşürdüğü uçaklarından atlayıp kurtulan iki Ürdünlü pilottur.
Mahkeme heyeti, sütunların hemen önünde kurulu masaların arkasında. Tiyatronun taş basamakları insanlarla dolu.
Ayakları prangalı ve birbirlerine zincirli pilotların hemen arkasında 50-60 kişilik bir kalabalık da basamaklarda değil, sahnenin içinde oturuyor.
Bunlar, pilotlardan birinin uçurduğu uçağın attığı bombanın bir düğün evine isabeti sonucu ölen kadın ve çocukların aileleri.
Bomba patladığında evin avlu kapısını yıkmış; patlama sırasında ölmeyenler dışarı çıkamadıklarından evde başlayan yangınla can vermişlerdir.
Pilotlara suçları sorulur.
Birisi işinin sadece keşif yapmak olduğunu, kimseye ateş açmadığını söyler.
Diğeri ise eve isabet edip ondan fazla insanın ölümüne yol açan bombayı atan uçağın pilotu olduğunu itiraf eder.
Keşif uçağının pilotunun zincirleri diğerinden ayrılır ve fidye karşılığı serbest bırakılmadan önceki günlerini geçirmek üzere IŞİD hapishanesine geri yollanır.
Diğeri itirafıyla suçunu kesinleştirmiş ve tayin edilecek cezayı beklemektedir.
Mahkeme ölenlerin yakınlarına seçenekleri söyler: Kısas, af ve bedel.
Aileler isterlerse pilotu affedebilirler.
Affetmeyip belirleyecekleri bir miktar kan parası karşılığı serbest bırakılmasına karar verebilirler.
Veya son seçenek olarak kısası seçip pilotun ölümüne hükmedebilirler.
Tüm aileler seçimlerini kısas olarak beyan eder; ancak bir ailenin yetkilisi buna itiraz eder.
Kimsenin ölümüne sebep olmak istememekte; diğer seçenekler, bedel ya da af üzerinde durulmasını tercih etmektedir.
Ortaya çıkan bu anlaşmazlık sonucunda mahkeme, tüm ölen yakınlarına bir aylık süre tanır. Aileler o zaman zarfında çalışmayacak ve tek bir karara varmak üzere istişareye oturacaklardır. Mahkeme ailelere, söz konusu bir ay için geçimlerini sağlayacakları kadar para da vererek celseyi dağıtır.
Bir ay geçtikten sonra tekrarlanan sahnede, ailelerin sözcüsü mahkemeye karara vardıklarını ve bunun kısas olduğunu beyan eder.
Pilot, tıpkı bombasının çıkardığı yangında ölenler gibi yakılarak infaz edilecektir.
Öykünün bundan sonrası biliniyor.
IŞİD gerçekten dediğini yaptı. Özel olarak inşa edilmiş bir kafes içinde yine halk önüne çıkarılan pilotu üzerine benzin döküp yaktı ve filme çekti.
Film elbette viral olarak yayıldı ve belki de ilk kez bir insanın canlı canlı yakılarak öldürülmesi izlendi.
Film yayınlandığı zaman sadece bir şeyi merak etmiş ve videonun bir kısmını, başlangıcını izlemiştim.
Merak ettiğim şuydu; pilotu uyuşturmuşlar mıydı?
Cevabın “evet” olduğunu kestirmek zor değil.
Ritüelleştirdiği infazları filme alıp yayınlamak ve bu yolla korku ve dehşet salmak taktiğiyle bilinen örgüt, hiç olmazsa bu kadarını yapmış; pilotu öldürmeden önce neredeyse hiçbir şey hissetmeyecek kadar uyuşturmuştu.
Yukarıda da söylendiği gibi bu infaz, yayılan film ve çıkan haberlerden biliniyor.
Öncesi, yani mahkeme aşamasının anlatımı ise bir söylentiye ve filmini izlediği iddiasındaki insanların aktardıklarına dayanıyor.
Yine aynı kişiler, mahkeme videosunun yayımı ve paylaşımının bir şekilde engellendiğini, paylaşılıp gönderilemediğini söylüyorlar.
Böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını bilmiyorum.
Ancak eğer anlatı gerçek olaylara dayanıyor ve iddia edildiği gibi video da yayılıp paylaşılamıyorsa, bunun ardında yatanı tahmin etmek zor değil.
Söylenmek istenen, IŞİD’ın, ne kadar canavarca bir kimlikle tanınırrsa tanınsın, eninde sonunda hakimiyet bölgelerinde belirli bir düzen tesis ettiği ve kendi anlayışı çerçevesinde adaleti de bir şekilde gözettiği.
“Videoyu izledim” deyip mahkeme söylentisini çıkaran veya gerçekten de izlemiş olanların mesajı (mahkemenin de yukarıdaki anlatıya uygun seyretmiş olması koşuluyla), IŞİD’ın getirdiği düzen ve adaletin (muhtemelen) Batı tarafından engellendiği, görülmesinin istenmediği.
Buraya kadar anlatılanlar bizi iki sonuca götürüyor.
Bunlardan ilki, açıkça dillendirilmese bile, kimi Müslümanlar için IŞİD’ın ehven-i şer kabul edildiği.
“Batılı Şeytanlar” (ABD, Avrupa, Rusya) ile Suriye BAAS partisi yanında, IŞİD onlara daha yakın geliyor.
İkincisi ise, böyle bir mahkeme ister gerçek olsun ister olmasın, IŞİD’ın hakimiyet bölgelerinde gerçekten de bir düzen oluşturduğu.
Medya örgütün saldırı, cinayet ve katliamlarını öne çıkarırken bu gerçeği geriye itiyor ve gizliyor.
Bunun sırf kötü niyetten yapıldığı söylenemez.
İnsanlar “acaba IŞİD düzeni altında yaşamaktan mutlu olan var mıdır?” sorusu ve benzerleriyle yüzleşmek, bu gibi konuları izledikleri haberlerde, okudukları yazılarda görmek istemiyorlar.
Ve tabii kendisine “İslam Devleti” diyen; halifesini seçen; Irak, Suriye, Libya’da hatırı sayılır genişlikte bir havzaya içindeki nüfusla birlikte hükmeden örgüt, siyasi muhatap kabul edilme menzilinin çok dışında.
Rehine kurtarmak, ateşkesler sağlamak gibi konular dışında kendileriyle görüşmeler yapılmıyor veya eğer yapılıyorsa da saklanıyor; buna da hiçbir yerden itiraz gelmiyor.
Tek bir istisna dışında.
Tibet’in Budist ruhani lideri Dalai Lama, Paris gezisi sırasında 12 Eylül’de IŞİD ile diyalog çağrısı yaptı ve “Suriye ile Irak’ta akan kanın durmasının tek yolunun diyalog olduğunu belirtti (http://www.haber7.com/asya/haber/2122934-budist-liderden-isidle-diyalog-cagrisi).
Dalai Lama’nın bu yöndeki çağrısı alsında yeni değil. Aynısını geçen yıl 7 Aralık’ta da söylemiş ve eklemişti: “İslam bir barış dinidir. Tahammülsüz olanlar kardeşlerine ve bu inanca zarar veriyor.” Röportajı yapanın “Ama IŞİD kafa kesiyor. Bir kafanız yoksa dinleyecek kulaklarınız da yok demektir” sözlerine ise şöyle yanıt vermişti:
“O zaman kalbinizle dinlemelisiniz. Merhametli olmalısınız. Eğitmelisiniz. Mesela Almanya mültecileri kabul ederek, onları besleyerek ve giydirerek çok cömert davrandı: ama şimdi onları eğitme zamanı”
(http://www.aljazeera.com.tr/haber/dalai-lamadan-isidle-diyalog-cagrisi).
Elbette özellikle de bu günlerde, Suriye’de yıllardır bir türlü kırılamayan ve yol açtığı binlerce ölümle sadece IŞİD’e ve Suriye BAAS’ına yaramış olan “denge”, TSK’nın Fırat Kalkanı operasyonuyla bozulmuşken, Dalai Lama’nın bu gerçeküstü görünen çağrısı bir fantazi olarak kalmaya mahkûm gibi.
Ancak bu durumun ilerleyen zamanla değişme olasılığı var.
Bilindiği gibi IŞİD, üzerine gelen donanımlı, sayıca ve teknik açıdan güçlü, organize bir kuvvet karşısında, Kobani çatışmalarından beri direniş göstermiyor, çekilmeyi tercih ediyor.
Fırat Kalkanı’nda da durum değişmiş değil.
Her nasılsa bölgeden çıkartamadığı birkaç kişiyle bazı mevzilerde direniş gösteriyor ve mümkün olduğunca çekildiği yerleri tuzaklayarak savaştan kaçıyor.
Ancak elbet bu taktiği sonsuza kadar sürdürmesi mümkün değil.
Üzerine gidilmeye devam edilirse örgütün “buharlaşacağı”nı iddia edenler bulunsa da, asıl beklenen, Dabık, El Bab ve/ya Rakka’da işlerin sıkı bir savunma savaşına döneceği.
Bunlardan ilk ikisi, aralarındaki yarım saatlik karayolu bağlantısı düşünüldüğünde, tek bir direniş noktası olarak da görülebilir.
Dabık, en yakındaki olası savaş alanı ve örgütün ideolojik söylemlerinde önemli yer tutuyor. Osmanlıların 1516’da Memluk sultanlığına karşı kazandığı Mercidabık (Dabık Ovası) zaferi, sonunda Memlukların çöküşüne, Mısır’ın fethine ve halifeliğin (19. yüzyıla kadar pek önem taşımamakla birlikte) şeklen de olsa Osmanlılara geçmesine yol açmıştı. Dolayısıyla kent sembolik bir öneme sahip.
Nitekim kentin ismi aynı zamanda örgütün yayın organının da ismi.
Gerçekleşeceğine inanılan Üçüncü Dünya Savaşı (Melhame-i Kübra, Armageddon) savaşının da hadislerde geçtiği söylenen muhtemel yerlerinden.
Ancak çoğunluğunu Türkmenlerin oluşturduğu 5000 kişilik küçük nüfusuyla Dabık, IŞİD için ideal bir savunma noktası olmayabilir ve savunmanın asıl kilidi, IŞİD tarafından El Bab’a vurulabilir.
Adı Arapçada ironik bir biçimde “kapı” anlamına gelen El Bab çevresinde IŞİD’ın üç ayrı kampı var ve kent PYD için de hayati önem arzediyor.
Eğer El Bab YPG tarafından alınırsa, Kuzey Suriye’nin doğusu ve batısındaki iki kantonu birleştirebilecekler; ancak bu pek mümkün görünmüyor.
Hem YPG’nin gücü bu bölgeyi IŞİD elinden almaya yetecek gibi değil, hem de Türkiye buna kesinlikle izin vermeyecektir.
ÖSO ile birlikte hareket eden TSK karşısında duramayacak bir YPG’nin, El Bab’ı almak için IŞİD ile yıpratıcı bir savaşa girmesi ve sonra da bölgeyi (zorla veya güzellikle) ÖSO’ya terketmesi düşünülemez.
Kaldı ki, kendisi için hayati önemiyle ABD desteğini kaybetmek istemeyen PYD’nin, Türkiye’nin isteği doğrultusunda Menbiç’i boşalttığı (veya bölgenin yerlilerinden ibaret az bir kuvvet bıraktığı) da ortada.
Bu koşullarda YPG El Bab aritmetiğinden çıkmış gibi görünüyor ve geriye yine IŞİD bilinmeyeni kalıyor.
Örgütün, sızma ve tuzaklama taktiklerinden daha fazlasını sergileyeceğinin düşünüldüğü bu alan oldukça geniş ve 200,000 kişi civarında bir nüfusu barındırıyor.
Fırat Kalkanı’nın eninde sonunda uzanacağı ve işlerin şimdiye kadarkinden hayli zorlaşacağının kesin olduğu yer eğer El Bab ise, örneğini İsrail’in geçen yılki Gazze saldırısında gözlediğimiz türden bir askeri operasyon zor görünüyor.
Muhtemeldir ki zırhlılar ve onunla birlikte ilerleyen piyade fazla tehlikeye atılmak istenmeyecek ve harekat, en öndeki IŞİD mevzileri havadan vurularak imha edilirken çok yavaş ilerleyecek; bir tür kuşatma taktiği uygulanacak.
Buna karşılık, ABD hava desteği de alacak olan TSK-ÖSO ikilisinin karşısında çekilen IŞİD unsurlarının tamamı çatışma hattından ayrılmayabilir; bölgedeki sivil yerleşimlere sızarak halkın arasında kamufle olmak yoluna gidebilir.
Bunların zamanı geldiğinde tetiklenecekleri ve cephe gerisinden intihar tipi çeşitli eylemlere girişebilecekleri tehlikesini de düşünmek gerekiyor.
IŞİD’ın El Bab’ı tutup tutmayacağı belli değil.
Ancak tutsa da tutmasa da arkada bir nokta daha var ve orası bir milyona yakın nüfusuyla Rakka.
Yani üzerinde pek kimse durmasa da Dalai Lama’nın çağrısı, er veya geç karşılık bulacak gibi. Çünkü büyük bir insan kitlesini kalkan olarak kullanan IŞİD’ın tümüyle temizlenmesi, El Bab’da da zor, ama hele Rakka’da bu daha da zor ve hattâ imkansıza yakın.