Siyaset temel beşerî faaliyetlerden. Bildiğimiz hemen her tarih döneminde bir şekilde karşımıza çıkıyor. Toplumların hayatında önemli roller oynuyor. Artık siyasetsiz bir hayatı düşünemeyecek durumdayız. Bu yüzden Aristo “insan siyasal hayvandır” derken çok haksız değildi. Kastettiği, insanın hayvanlardan farklı olarak siyaset yaptığı ve bundan kaçınamayacağıydı.
Siyasetin birçok tanımı var. Üzerinde geniş ölçüde uzlaşılan şey, siyasetin, odağında hükümetin ve/ya devletin yer aldığı bir faaliyetler dizisi olduğu. Bu faaliyetler, kamusal bağlayıcılığa ve dolayısıyla meşru cebir ile uygulanma kabiliyetine/hakkına sahip kararlar alma ve onları tatbik etme sürecini kapsar.
Bazı yazarlar (Bernard Crick gibi) siyaseti demokrasiye hapsetme eğilimde. Bu yanlış bir tesbit ve bakış. Hiç kuşkusuz, sadece demokratik ülkelerde siyaset yapılmaz ve yapılmıyor; demokratik olmayan sistemlerde de siyaset var. Hiçbir insan toplumu siyasetten dışlanamaz, siyasetten “kurtulamaz.”
Bununla beraber, bizi asıl ilgilendirmesi gereken tabii demokratik siyasettir. Demokratik siyaset, toplumda ortak kararların alınmasında ve uygulanmasında şiddet uygulamayı ve kan dökmeyi — yani zulüm ve eziyeti — dışlar. Bu yüzden, demokratik siyaset uygar ve barışçıl bir kamusal sorun çözme yöntemidir.
Bu konuda ise bazı yazarlar (Andrew Heywood gibi), demokratik siyasetin erdeminin tartışma ve müzakereye verdiği değerde yattığını söyler. Bu da yanlış, en azından eksik bir bakış. Demokratik siyasetin hayatî erdemi, siyasetin alanını sınırlandırmasında ve siyasî kararların alınmasında objektif usul kuralları üretmesindedir. Etyen Mahçupyan gibi “yerli ve millî” bazı yazarlar da demokratik siyasette tartışma, müzakere ve diyalogu öne çıkarmakta, hattâ yüceltmekte. Ancak demokratik siyasetin özü bu değil. Tartışma ve müzakere elbette iyi bir şey, ama karar alma anlamına gelmez. Müzakereler nadiren tam bir uzlaşmayla sonuçlanır. Her seferinde ve her sorunda tam uzlaşma beklersek sistem kilitlenir. Eninde sonunda, müzakereyi bir yerde bitirip bir karar vermek gerekir.
Liberal demokrasi, karar alma usulü olarak oylamayı öngörür. Bu, üzerinde nisbeten kolay biçimde uzlaşılabilecek ve kilitlenmeyi çözecek bir yöntemdir. Ancak, oylamada sürekli olarak azınlık kalma ve kaybetme ihtimalinden korkanların (kalıcı azınlıkların) bu usule rıza göstermesi, siyasetin — yani devletin, kamu otoritelerinin — karar alma ve uygulama alanının daraltılmasını gerektirir. Sadece müzakerenin demokrasinin özü olduğunu sanırsak, Leninist “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini bir demokrasi uygulaması sanma hatâsına da düşebiliriz.
Demokrasilerde siyasetin çok itibarlı bir kelime ve siyasetçilerin yüksek itibar sahibi kimseler olduğunu söylemek zor. Maalesef siyaset halk arasında “yalan söyleme, aldatma, hile yapma, kamusal yollardan şahsî menfaat elde etme” gibi kötü anlamlara geliyor. Bu bakışta hiç doğruluk payı olmadığını iddia etmeyeceğim. Ama siyaseti sırf bunlardan ibaret sanmak ve saymak, siyaset kurumuna da siyasetçiye haksızlık yapmak anlamına gelir. Bu anlayış sonunda sadece siyasetçilere değil, tüm topluma zarar verir.
Siyasetin ve siyasetçinin itibarının kötüleşmesinde siyasetçilerin davranış ve icraatının hiç payı olmadığı söylenemez. Türkiye dahil her ülkede, bu çerçevede birçok örnek bulmak gayet kolay. Ülkemizde bunun son örneklerinden biri, milletvekillerine sağlık hizmetlerinde sağlanan yeni avantajlar. Medyaya sık sık bu doğrultuda haberler düşüyor. Milletvekillerinin hep birlikte aldıkları kararlarla, kendilerini sağlık hizmetlerinde diğer sigortalılardan farklılaştıracak adımlar attığı görülüyor. Bu tür kararların alınmasında, partiler arasında başka konularda görülmeyen açık ve zımnî ittifaklar sağlanıyor. Bu da elbette vatandaşın gözünden kaçmıyor.
Aslında siyaset bir kamu hizmeti ve siyasetçilik kamuya hizmet için yapılan bir fedakârlık olmalı; öyle görülmeli ve icra edilmeli. Bunun olabilmesi için milletvekilleri kendilerine özel avantajlar sağlayan kararlar almaktan kaçınmalı. Emeklilik ve sağlık sigortası gibi işlerde insanlar, milletvekili seçilmeden önce hangi kuruma bağlıysa ve o kurumda aynı durumda olanlara hangi imkânlar sağlanıyorsa, milletvekili olduktan sonra da aynı çerçevede kalmalı; durum ve konumları değişmemeli. Yani milletvekilleri kendilerini diğer vatandaşlara nisbetle avantajlı, imtiyazlı hâle getirmekten kaçınmalı.
Milletvekillerinin kendilerine imtiyaz tanıdığı kanaatinin toplumda yaygınlaşması, siyasetin de milletvekillerinin de itibarını çok sarsar.