Kütüphaneye yürürken nisbeten muhafazakâr bir semtte bir duvar yazısı gözüme çarpıyor: “Avrupa Birliği değil, İslâm Birliği.” Duvar yazısı olabilecek denli anonimleşmiş, genel geçer siyasetin dışında ve radikal bir talep. Ve aklıma bir soru gelip takılıyor: İslâm ne zamandan beri bir inanç sistemi olmaktan öte bir “dâvâ” haline geldi?
Biraz geriye gidip Türkiye’nin ve Yakın Şark’ın tarihine baktığımızda cevap açık seçik orada duruyor. İslâmın “dâvâ” haline gelişinin bu bölgede en az yüz yıllık bir tarihi var. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Sünni İslâmın ve genel olarak İslâmın koruyuculuğu bu devlete düşüyordu. İslâmın bir “dâvâ” haline gelmeden önceki “normal”i, Osmanlı devletinin günlük, olağan uygulamalarından oluşuyordu. İmparatorluğun bekası için gerekenlerin ifa edilmesi aynı zamanda İslâmiyetin de korunması sonucunu doğuruyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonucu imparatorluğun yıkılması ve hilâfetin de ilgasıyla birlikte dünya dengeleri İslâmiyet aleyhine değişti ve bu yeni olgu, dönemin Osmanlı münevverlerinin de belli başlı tartışma konularından biri oldu. Müslümanların topyekûn bir saldırıya maruz kaldığı ve İslâmiyetin korunması gereken en önemli değer olduğu noktasında epey mürekkep tüketildi. Batı’da ise İslâmiyet daha 19. yüzyıldan itibaren “geri, uygar olmayan” halkların inancı, görüngüsü olarak kabul edilmeye başlamıştı. İslâmiyet bu altakonumlanmayı hak etmiyordu; ancak dünya çapında bu değersizleştirmeye karşı duracak bir oluşum da ufukta gözükmüyordu. Hıristiyanlığın Müslümanlıktan üstün olduğu, ona nazaran medeniyeti temsil ettiği iddialarının arkasında, endüstri devrimini tamamlamış, bilim ve teknoloji alanında büyük ilerlemeler kaydetmiş Batı ülkelerinin rüzgârı esiyordu. Yaklaşık çeyrek yüzyıl böyle geçti — yüzyılın ortalarında Filistin meselesi ortaya çıkana kadar.
Osmanlıdan sonra baskılara, tanınmamaya, dışlanmaya, saygısızlığa karşı İslâmî karşı koyuş çeperlere taşındı. İslâma reva görülen bu muamelenin eninde sonunda belirgin bir radikalleşmeyi getireceğini öngörmek mümkündü. Ve olan oldu; İslâmî radikalleşme elinde kalaşnikoflu Leyla Halid’in temsiliyeti üzerinden yepyeni bir kimlikle ortaya çıktı. Bu imajın Osmanlı İmparatorluğu’nun eski, bildik “hilafet-penâhî [hilafetin ve Müslümanlığın koruyucusu]” konumuyla, dünyanın büyük devletleri ile arasındaki eşit ilişkinin verdiği kendine güvenli tutumalışıyla yakından uzaktan ilişkisi yoktu. İslam dünyasında gerekirse şiddete başvurulabileceğinin işaretini veren yeni bir devrin de başladığını gösteriyordu. Sünni ve daha sonra gelecek olan Şii radikalleşme, Arapların, Farsların ve diğer kavimlerin radikalizmi ile birleşmişti. Hilâfet kurumunu ilga eden ve Ortadoğu’yu “bataklık” olarak gören “laikliğin savunucusu” TC devleti, kurulduğu günden beri kendini tam anlamıyla bu çelişkiden uzakta konumladı ve yabancı durmayı resmi politika olarak benimsedi. Artık Araplar ve Şiiler İslâm “dâvâ”sında yalnızdı.
Sevimli, dünyanın sempatiyle baktığı Leyla Halid’in yerini, adım adım “Ortadoğu’daki son Yahudiyi Akdeniz’e dökene değin bu dâvâ sürecek” diyen radikaller almaya başladı. Savaşlar ve yıkımlar şiddetlendikçe İslâmî radikalleşme boğaz kesen John’ların hâkimiyetine girdi. Bir başka gelişme ekseninde, İslâm topraklarında asırlık anlaşmazlıklara dayalı Şii-Sünni çatışması tekrar boy gösterdi. Büyük devletlerin bu çatışmayı kendi çıkarları için araçsallaştırması, yangına körükle gitmesi, Orta Şark’ın bir daha barışa dönemeyeceği bir yıkıma ve büyük felâketlere neden oldu. Batı kaynakları bunca fenalığı uzaktan, rahat koltuklarından, iki kelimeyle yorumladı: “Ortadoğu mu?.. Çözümsüz!”
Bu yıkıma karşı koyan İslâmî düşünürler, cemaatler koruyucu bir sistem üretemediler. Ancak bu yöndeki çabalardan da vaz geçmediler. Gerek Türkiye’de gerek diğer ülkelerde sınırları, anlaşmazlıkları aşan bir “İslâm birliği”nin savunucuları vardı ve çeşitli sivil örgütlerle bu birliği oluşturma çabası bugüne değin sürdürüldü.
Hilâfet makamının ortadan kalkması yüz yıllık bir kargaşa ve trajedi doğurmuş olsa da, günümüz İslâm dünyasında yeni çözümleri, katılımcılığı, eşitliği, paylaşımı ve en önemlisi demokrasiyi önceleyen bir oluşumun ortaya çıkması için ortak paydanın ve zeminin yaratılması avantajına dönüştürülebilir.
Duvar yazısı, arkasındaki tarihle, fiziksel ve kültürel kıyımla geçen acılı bir yüzyılın işaretlerini barındırıyor, ama yine de bugün için söz konusu dört kelime şiddet içermiyor. Batı’nın iki kelimeyle mühürlenen oldu-bittisine karşı daha demokratik bir itiraz gibi duruyor. Bu talebin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ve ne denli demokratik normlar içereceğini zaman içinde göreceğiz.
Bu bağlamda bizim ülkemizde solcular, sosyal demokratlar ve Kemalistler arasında epey bir geçmişi olan bir konuya — dindarlarla, Müslümanlarla birlikte siyaset yapmak veya yapmamak konusuna — ilişkin tartışmalar, tutumalışlar ve siyasetlere bakmak, sonraki yazıya kaldı.