[10-11 Haziran 2018] Dün, Amerikalı arkadaşlarımın “Türkiye nereye” sorularına verdiği cevapları, tabii o Mezuniyet Yıldönümü sohbetlerinde söyleyebildiğim birkaç cümleden çok daha etraflı ve sistematik bir hale dönüştürerek, 15-16 Temmuz darbesine kadar getirmeye çalıştım. Bir hususu atlamışım; bazı okuyucularımın uyarılarıyla farkettim. Fikirleri numaralıyorum ya. (19)’uncu maddeyi, AKP’nin daha 2002’den beri sürekli maruz kaldığı “devirmeci muhalefet biçimleri”nin bu partinin defansif bir “beka” havasına girmesi üzerindeki olası etkisine hasretmiştim.
Bu bağlamda 2013 yaz başının Gezi gösterilerini de (herhalde 19.8 sırasında) mutlaka zikretmem gerekirdi. Bu sitede defalarca yazıldı; Gezi Parkı’ndaki ağaç sökümlerine çevreci gençlerin karşı çıkışı ve derhal polisin aşırı şiddetine maruz kalmaları, protestoların ilk ve haklı (ya da en azından masum) aşamasıydı. Bundan sonra başka bir süreç başladı. Çeşitli sol gruplar “eylem fırsatı”nın üzerine atladılar; makul bir itirazı (uçak kaçırırcasına) kaçırdılar ve rehin aldılar; Taksim meydanını işgal ettiler, polise karşı sistematik şiddet kullanmaya giriştiler, çok sayıda iş makinası ve toplu taşıma aracını ateşe verdiler; bu ve benzeri her yolla, büyük bir “devrimci kriz” efsanesi yaratmaya çalıştılar. Onlara 68 ve 78 kuşaklarının eski solcuları da eklendi; kurulan komitelerde yer aldılar ve içlerinden bazıları tipik maksimalist uzlaşmazlık telkinleriyle çatışmayı ilânihaye uzatıp “her yer[i] Taksim”e çevirmeye uğraştı. İçeride muhalefet (özellikle ulusalcılar), dışarıda Batı medyası da kendini 1830 veya 1848 barikatlarında sandı; (mealen) “benzersiz bir devrim oluyor, Erdoğan yıkılıyor” havasına girdi ve olayları dünya kamuoyuna bu doğrultuda yansıttı. Sonunda yapay enerjileri tükendi ve yenildiler, ama bu sınırsız tırmandırıcılığın AK Parti liderliğinin ve belki özellikle zamanın başbakanı Erdoğan’ın zihinsel sertleşmesine sanırım önemli bir katkısı oldu. AKP’nin gözünde genel olarak muhalefet “gayrşmeşru yöntemler”le lekelendi. Geriye, (mealen) “en saf ve temiz bir kitle gösterisi bile derhal büyüyüp devirmeci bir kalkışmaya dönüşebilir ve bu da, Doğu Avrupa’da Batı desteğiyle gerçekleşen ‘kadife’ veya ‘turuncu’ vb devrimlerin bir benzerine yol açabilir (onun için başından hiç şans tanımamalı ve hemen ezmeliyiz)” gibi güvenlikçi bir ders kaldı.
Bu kayıtla, şimdi devam ediyorum kaldığım yerden. Pek yeni bir şey yok, Amerika’da bölük pörçük anlattıklarım ve burada tekrarlayacaklarımda. Zira hepsini şimdiye kadar defalarca yazdım ve söyledim; makale ve söyleşilerimden derlenen son iki kitabıma da aldım (bkz Tarihçi Gözüyle Siyaset, Kopernik 2017 ve Batı Sol Türkiye, Kopernik 2018). Sırf eksiksizlik uğruna, dünkü taslak, İçindekiler veya numaralı satırbaşları yöntemini sürdürüyorum.
(20) AKP’nin demokrasi atılımında ilk dönüm (veya duraklama) noktası olarak 2012-2014 yılları. (21) Gerek Gülencilerin meydan okuması, gerekse PKK’nın “Türkiyeli çözüm”den “Suriye fırsatı”na kayma (ve çözüm sürecini yeni bir şiddet aşamasına hazırlanmak için kullanma) eğilimi karşısında, AK Parti’de daha o sıralar belirli bir daralmanın kendini belli etmeye başlaması. (22) Bu daralmanın liderlik, kadro, politika ve medya açısından tezahürleri. (22.1) Başlıbaşına bir duruş ve profil, âdetâ siyasî bir ilke olarak reisçilik; reisçiliğin yükselişi; reisçi – hocacı terminolojisi, saflaşması ve mücadelesi. (22.2) Pelikancılık denen amansız kalem saldırganlığının yükselişi (ve ilk ağızda Ahmet Davutoğlu’nun tasfiyesinde oynadığı rol). (22.3) AK Parti’nin kuruluş ve başarı yıllarında önemli roller üstlenen âkil adamların, ciddî ve oturaklı politikacıları (teşbihte hatâ olmaz yargısına sığınıp, tarihî bir benzetmeyle, bir zamanlar Lenin’le devrim yapmış “Eski Bolşevik”lerin mi diyelim?) “gelişmelere ayak uyduramamak”la suçlanıp birer birer uzaklaşması, uzaklaştırılması. (22.4) Politika oluşturma ve karar alma süreçlerinin, bu gibi tecrübeli parti yöneticileri ve organlarından, gitgide daha fazla Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanları çevresine kayması. (22.5) Bir yoruma göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajı AKP kongresinde okunurken herkesin ayağa kalkması ve ayakta dinlemesi ânından itibaren, Erdoğan’ın partinin lideri değil, partinin Erdoğan’ın partisi olması. (22.6) Hepsiyle içiçe, hükümet medyasının “kıldan ince kılıçtan keskince” diye tarif edilebilecek son derece dar bir çizgiden “saptığı” düşünülen bütün farklı görüş ve eleştiriler” içimize sızmış düşman” muamelesi yapmaya başlaması. (22.7) AK Parti etrafındaki liberal demokrat aydın desteğinin de bu süreçte adım adım çözülmesi ve yokolması.
(23) Gene de, darbeye kadar sorunların yeni anayasa yapma sürecinin beraberinde getirmesi kaçınılmaz görülen pazarlık ve uzlaşmalar çerçevesinde bir nebze yumuşatılabilir görülmesi. (24) Fakat asıl büyük (2012-2014’ten çok daha büyük) dönüm noktasının, darbeyle ve darbe sonrasında çıkagelmesi. (25) AKP’nin ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbenin bastırılmasından bu yana izlediği politikanın problemleri. (25.1) Devlet Bahçeli’nin, o âna kadar başkanlık sistemine hep çok sert muhalefet etmişken, (kimbilir, belki de ordu içindeki, 15 Temmuz’u önlemede etkili olduğunu düşündüğüm Kemalist ve/ya MHP tandanslı komutanların etkisi ve telkiniyle) birden 180 derece çarkedip, “demokratikleşme olmaksızın sırf güçlü bir başkanlık sisteminde uzlaşmak” diye özetlenebilecek bir çıkış yapması. (25.2) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise, Yenikapı Ruhunu sürdürüp, demokrasiyi savunmak ve geliştirmek için olabildiğince kucaklayıcı bir “geniş çizgi” izlemek yerine, bu teklifi daha çekici bulup MHP ile bir “dar çizgi” ittifakına girmesi ve (25.3) başka her şeyin, bu temel tercihe bağlı olarak çorap söküğü gibi gitmesi. (25.4) Nitekim 16 Nisan 2017 referandumunda, demokratik denge ve denetim unsurları çok zayıf, hattâ kamuoyuna açıklanan ilk şekline göre Meclis sürecinde büsbütün zayıflatılmış (isterseniz ağırlaştırılmış diyelim) bir anayasa değişikliği taslağının halk oyuna sunulması (ve AKP’nin kendi tabanında da kopmalar sonucu, ertesi gün yazdığım gibi tam bir “Pyrrhus zaferi”ne dönüşüp, ancak yüzde 51 küsurla onaylanması).
(25.5) İzleyen aylarda AKP’nin, siyasi partiler ve seçim yasalarının değiştirilmesi, özellikle de seçim barajının ya tamamen kaldırılması, ya da yüzde 5’e düşürülmesi gibi, en üst düzey kadrolarınca ve televizyonlarda, kamuoyu önünde verilmiş, o ân için ciddî ve alenî demokratikleşme vaatlerinin hiçbirini tutmaması. (25.6) Tersine, referandum öncesi ve sonrasında, OHAL’in habire uzatılması ve KHK’ların alanının giderek genişlemesi; OHAL’in ilânını gerektiren sebeplerle hiç ilgisi olmayan birçok konunun da KHK’larla halli yoluna gidilmesi. (25.7) Evet, devlet aygıtının FETÖ’den temizlenmesi prensipte mutlaka gerekliyken, uygulamada FETÖ’ye yönelik tutuklama veya açığa alma, işten çıkarma vb önlemlerinin, gene evet, geniş Müslüman kesimler dahil kamu vicdanını rahatsız edecek kadar yaygın, kesin, geri dönüşsüz ve rektifiyesiz bir hal alması. (25.8) FETÖ gerekçesiyle kapatılan üniversitelerin istisnasız bütün öğretim üye ve görevlilerinin, örtük yasak ve talimatlar yoluyla işsizliğe mahkûm edilmesi ve bu kanunsuzluğun bugün de aynen devam ediyor olması.
(25.9) Daha genel olarak, hukuk ile siyaset arasındaki sınırın bulanması. Önde gelen politikacıların çağrılarına uyarak, mahkemelerin (birçoğunun içeriği bana da çok ters gelen, ama aslında herhangi bir suç unsuru içermeyen) görüş, yazı, bildiri ve demeçleri, kâh şu kâh bu “terör örgütü”nün (ve bazen birden de fazlasının) görüşleriyle “iltisaklı” olduğu gerekçesiyle, hukuken cezalandırma, hem de çok ağır hapis cezalarıyla cezalandırma yoluna gitmesi. (25.10) İşin bir boyutunda, Gezi’den beri devam ettiğini söylediğim “Batı bizi yıkmaya çalışıyor” ya da “Batı ile yoğun temas içinde olan herkes tehlikelidir” algısını doğrular biçimde, özellikle “dış” veya “dış dünyayla ilişkili” öznelerin hedef seçilmesi. (25.11) Bu tutuklamalardan bazılarının, özellikle Alman vatandaşlarından “rehin alma” izlenimi uyandıracak boyutlara ulaşması. (25.12) Büyükada insan hakları aktivistleri (ve bilhassa Peter Steudtner), 1128’ler bildirisi, Enis Berberoğlu, Deniz Yücel, Osman Kavala, Cumhuriyet gazetesi vb olaylarında, iktidar basınının saldırılarda başı çekmesi ve öne çıkıp âdetâ bir “cadı kazanı” kaynatması; olmadık suçlamalar icat edip yargıya dahi âdetâ empoze etmesi; sonra da bunu bir iddialaşmaya dönüştürüp, her tahliye ya da ceza hafifletme kararını sanki kendi yenilgisiymiş gibi üzüntüyle karşılaması. (25.13) Hiçbirinde, tek bir özeleştiri yapılmaması, gerçeklere aykırı şeyler yayınlamışlık, aslı astarı olmayan suçlamalarda bulunmuşluk açısından. (25.14) Bidayet mahkemelerinin yer yer “ihtilâl hukuku” benzeri bir hava yaratmayı, Anayasa Mahkemesi kararlarının topyekûn bağlayıcılığını dahi reddetmeye vardırmaları (ve bu tür tamamen temelsiz, zorlama argümanların, derhal iktidar medyasında da revaç bulması).
(25.15) Başarısız 15 Temmuz darbesinden az sonra kurulduğunu anlattığım AKP-MHP cephesinin zaman içinde giderek sıkılaşıp formel bir seçim ittifakına dönüşmesi sürecinde, söz dağarcığının da giderek katılaşıp nefret ve düşmanlık boyutları peydahlaması. (25.16) Bir yandan, evet, muhalefetin geçmiş yaklaşımlarının (yukarıda değindiğim Gezi olayları da dahil) ciddî “devirmecilik” boyutlarıyla lekeli olması. (25.17) Öte yandan, muhalefet söz konusu anlayışlardan uzaklaşıp hiçbir şiddet imâsı içermeksizin daha iyi (daha demokratik) muhalefet yapmayı öğrenirken, iktidarın bu açıdan âdetâ geri geri gitmesi. (25.18) Örneğin Enis Berberoğlu’nun ilk cezası karşısında CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü’nün (ve daha genel olarak, her türlü barışçı protesto teşebbüsünün), sanki 28-29 Nisan 1960 öğrenci gösterileri, 2002 sonrasındaki Cumhuriyet ve Bayrak mitingleri veya Gezi benzeri bir darbe hazırlığı veya arayışıymışçasına, çok ağır terimlerle suçlanması. (25.19) En son “Cumhur İttifakı”nın karşısında muhalif “Millet İttifakı”nın oluşmasının da sanki vatana ve millete ihanet gibi gösterilmesi; aynı muazzam öfkenin, CHP’nin İYİP’in Mecliste grup kurmasına verdiği (bana göre gayet normal) desteği, “milletvekili satmak veya satın almak” benzeri bir ahlâksızla suçlamaya kadar varması. (25.20) Bu ve benzeri kavgacılıkların, iktidar açısından “ben yaparsam meşrudur, sen yaparsan gayrimeşrudur” diye özetlenebilecek bir çifte standartlılığı yansıtması.
(25.21) Ve tekrar basın, tekrar basın, tekrar basın. Destekledikleri siyasî parti(ler)den de fazla, iktidar medyasının artık alabildiğine tahammülsüzleşmesi; tek yol, tek görüş, tek dil, tek formül, tek klişe anlayışının son kerteye varması. Bu “gerçek sonrası” (post-truth) dünyada, en kötü anlamıyla Makyavelist faydacılığın ve ahlâkî nihilizmin egemen olması; dolayısıyla olgulara ve doğrulara bağlılığın zerrece önemi kalmaması. Her olumsuzluğun Türkiye’ye karşı mevhum bir “üst akıl” komplosuna bağlanması (hattâ bu kurgunun “halkı diri ve uyanık tutmak” adına teorik savunmasının da yapılması). Her bağımsız eleştirelliğin düşmanlık sayılması. Atasözümüzde olduğu gibi, doğru söyleyenlerin teker teker dokuz köyden kovulması. Televizyon kanallarının dâvet edebileceği “tehlikesiz” konuk yelpazesinin dahi habire küçülüp bir avuç isme indirgenmesi. Geriye sadece kimsenin inanmadığı bir kalitesizlik yeknesaklığının kalması.
(26) Tek bir istisna, 2016’da Devlet Bahçeli’nin “salt başkanlık” teklifinin kabulüyle başlayan “en dar çizgi”nin sonuçlarıyla dahi izah edemediğim: ekonomi politikası. Daha spesifik olarak, faiz ve döviz politikası. Ekonomi biliminin bütün icapları hilâfına, illâ düşük faiz diye bir teori ve politika icat edilip, sıcak para kaçışı karşısında Merkez Bankası’nın elinin kolunun bağlanması. Ekonomiden sorumlu bütün ciddî ve gerçekten bilgili, tecrübeli kişilerin azarlanıp susturulması. Sonra İngiltere’lere destek ve taze para arayışına gidilmesi — ama BBC ekranında bir ters ve gereksiz inatçılık yüzünden, o teşebbüsün de ilk ağızda akim kalması. Lâkin gene o Merkez Bankası’nın çok gecikmeli de olsa bir nebze serbest bırakıldığında yapabildiği faiz artışları sonucu dolardaki yükselişin bir parça önünün alınabilmesinin, ortada hiç de öyle tek bir “üst akıl” tarafından yönetilen bir “ekonomik savaş” diye nitelendirilebilecek bir uluslararası komplonun olmadığını, “sivrisinek saz” misali, hafiften ortaya koyması.
* * *
Bundan tam on yıl önce küçük bir kitap yazmıştım, Yaşadığımız Şu Korkunç Otuz Yıl – 1978-2008 Türkiyesi Üzerine Notlar başlığıyla (Kitap Yayınevi, 2008). Yakın tarihimizi 5 Haziran 1977 seçimlerinden alıp, AKP’nın demokratlığının doruğuna yakın bir noktaya taşıyor; “KÂBUS DAĞILIRKEN” ara başlığı ve “Dağılıyor… mu acaba?” sözleriyle noktalıyordum.
Ben şu veya bu siyasî tarafın militanı değil, gördükleri üzerinde düşünen ve yazan bir tarihçiyim. Bu kimliğimle, Şu Korkunç Otuz Yıl kitabıma bugün bir on yıl daha eklemem — son 2008-2018 yıllarını eklemem — gerekse, sanırım Yale sohbetlerimizde az buçuk anlattıklarımdan yola çıkan yukarıdaki özet gibi bir şeyler kaleme alırım.
Öyleyse ne olur, yaklaşan 24 Haziran 2018 seçimlerinde? Bilmiyorum. Sadece şu kadarını söyleyebilirim: Dün de belirttiğim gibi, AKP büyük bir dönüşüm gerçekleştirdi Türkiye’nin siyaset sahnesinde. Politikayı sosyolojiyle uyumlu kıldı. Geleceği bu temel faktör belirleyecek. Zigzaglar, iniş çıkışlar olabilir. Eski vesayet rejiminin çeşitli unsurları geri dönüş denemeleriinde bulunabilir. Hattâ bu denemeler MHP üzerinden sivil siyasete taşınıp AK Parti’ye bile tekrar empoze edilmek istenebilir. Ulusalcıların bugünkü sevinç çığlıkları arasında.
Fakat şahsen, bu kısmî restorasyon arayışlarının sınırlı hedefleri içinde dahi akim kalacağını tahmin ediyorum (bir tahminden daha iddialı konuşamam, tarihçi ve sosyal bilimci sıfatımla). Türkiye’nin temel demokratik kazanımları, kurumları ve alışkanlıkları el’an ayakta. Bütün eşitsizlikleriyle birlikte, son tahlilde özgür, çünkü sonucu belirsiz, kazananı ve kaybedeninin peşinen pek belli olmadığı bir seçim yaşıyoruz. Böyle bir döneme girdik (ve bunu Batının da anlaması, idrak ve kabul etmesi lâzım). Bu da Türkiye demokrasisinin yeni bir olgunlaşma aşaması. Kapitalizm ve demokrasi koşullarında (bir zamanlar solda kullandığımız kötüleyici deyimle “burjuva politikası”nda), yeni dinamizmlerin, yeni ekiplerin, yeni siyasal partilerin belirli bir “raf ömrü” vardır. İlk tazeliklerini koruma süresi belki on veya onbeş, belki yirmi yıldır.
Bu da iyi bir şeydir, eninde sonunda. Türkiye’de eski laik kesim, (belki İran modelinin etkisiyle) Müslümanlık “umacı”sını gözünde çok büyüttüğü, son derece katı bir totaliter bağlayıcılık gibi gördüğü için, bu genel kurallardan muaftırlar, gelirler ve gitmezler sandı. Oysa her şey gösteriyor ki, bir kere Türkiye Müslümanlığı hiç öyle değil. Biraz tanıdığınızda, kendi içinde çok renkli ve daha da çeşitlenme, çoğullaşma eğiliminde. Dolayısıyla ikincisi, AKP de o “burjuva politikası” dünyasında bütün fânî partilerin geçtiği süreç ve aşamalardan geçiyor. Serbest seçimlere dayalı demokratik siyasetin kurallarına, eskime ve yenilenmelerine, halk desteğinin azalma ve çoğalmalarına, oylarının düşmesi ve çıkmasına, bütün diğer partiler gibi AK Parti de tâbi. Kendi tarihî eylemiyle normalleştirdiği Türkiye’nin normal siyasasında, normal bir siyasî parti olarak, demokrasinin kaçınılmaz döngülerini yaşıyor ve yaşayacak. Bundan da korkmayacak. Buna alışacak, asıl bunun tadını çıkaracak.
* * *
Velhasıl, ben hiç de endişeli değilim sizin gibi… dedim Amerikalı arkadaşlarıma. Biri çok ilginç bir şey söyledi. Dinledi, dinledi ve sonra “Complexity,” dedi (karmaşıklık). Halil, biz dışarıdan çok basit, çok zayıf, çok çizgisel şeyler görüyoruz. Sen ise çok karmaşık, katman katman bir şey anlatıyorsun. Hiç de öyle bütün unsurları birbiriyle tutarlı değil. Tersine, çok çelişkili; insan faktörü ve insan hatâlarıyla dolu. Muhtemelen doğru tarih olduğunu, bana gerçeklik hissi veren bu complexity’den anlıyorum.
Fakat sonra ikinci büyük soru geldi. Peki, Amerika ne yapmalı?