[3 Eylül 2016] Bu konudaki ilk yazımı (23 Ağustos), henüz sosyalizm varken, yığınla haksızlık ve eşitsizliklere karşı olabilecek bütün özgül mücadele alanlarını “tarihin yönü ve insanlığın geleceği”ne dair tek bir Büyük Anlatı içinde nasıl birleştirip yuttuğuna hasretmiş; daha sonra solun gidip solcuların kalmasına ilişkin şu soruyla bitirmiştim: Peki, aynı sol mahalle sâkinleri Ermeni soykırımına el atınca ne oluyor acaba?
Şimdi, (26-28 Ağustos’ta araya giren iki Murat Belge eleştirisinden de sonra) aynı noktaya dönüyor ve şöyle açıyorum soruyu: “Solun dâvâları” ve “sağın dâvâları”nı mutlak surette ayrı tutan; artık hemen hiç kabuğundan çıkmayan ve dolayısıyla bir darbeye karşı dahi “sağın dâvâsıdır” diye sokağa çıkamayan insanlar, herhangi bir dâvâya şu veya bu şekilde sahip çıktıklarında, o dâvânın neler geliyor başına?
* * *
Evet, 2007 Kasım’ından bu yana kimbilir kaç kere yazdığım, ama tabii şu Türkiye’nin hâlâ birçok bakımdan geri düşünce hayatında kimilerinin bir türlü kabul etmek istemediği gibi, tarihsel sosyalizm 1989-90 dolaylarında sona erdi. İnsanlığın bu trajik deneyinin başladığı ve yetmiş küsur yıl sürdüğü sembol ülke, kapitalizmin en gelişmiş (ve başarılı sanılan) alternatifi olarak Sovyetler Birliği çöktü ve dağıldı. Doğu Avrupa’nın “halk demokrasileri” gerçek ve normal demokrasiye geri döndü. Çin esasen (devlet mülkiyetine ve emredici planlamaya dayalı) sosyalist ekonomiden vazgeçip, tek partili “sosyalist siyasal sistem”i korumak kaydıyla, komünist partisinin “önderliği” (= diktatörlüğü) altında kapitalistimsi bir piyasa ekonomisine yönelmişti. Le Duan’ın başını çektiği (Truong Chinh, Pham Van Dong vb) muhafazakârların devletçi-planlamacı çizgisinin başarısızlığının netleşmesi, Vietnam’ı da 1982’den başlayarak, ama asıl 1986’daki Altıncı Parti Kongresi’yle benzer bir yola soktu. Şimdilerde aynı reformlar Küba’nın kapısını çalmakta.
Genel çöküntü kaçınılmaz olarak (zaten bölünmüş ve hayli yıpranmış durumdaki) uluslararası komünist harekete de sirayet etti. Bazı partiler (örneğin tarihsel TKP veya TBKP) kendilerini tamamen feshetti ve yeniden, başka bir ad ve kimlikle kurmaya da girişmedi. Bazı partiler bölündü, dağıldı, isim değiştirdi ve genellikle sosyal demokratımsı (veya demokratik solumsu) yeni ad ve kimlikler etrafında tekrar kuruldu. Bazıları ise eski kabuk ve tabelalarını sürdürdü, ama içten içe ideoloji değiştirip zıddına dönüştü: giderek daha sert, daha vahşi milliyetçiliklere kaydı. 1990’ların ilk yarısında Yugoslavya, Slovenya’nın başlattığı bir ayrılıkçılık dalgasına kapıldı; merkezdeki “Titocu/Yugoslavcı”ların çeşitli cumhuriyetlerin (Sırp, Hırvat vb) milliyetçilerine, Miloseviç ve Tudjman’lara yenik düşmesi sonucu kendi kendini imha etti. Tıpkı, Komünist Manifesto’nun girişindeki “olumsuz öngörü” gibi oldu. Kimse kazanmadı, herkes kaybetti. Eski Leninist emperyalizm teorisi, başka bazı partilerin de “anti-emperyalizm” köprüsünden geçerek “AB emperyalizmi”ne karşı mevzilenmesine yaradı. Yunanistan’da bir zamanların “dış” komünist partisi KKE, Türkiye’de ulusalcılık, bu eski-yeni “sol milliyetçilik”lere örnek oluşturdu. (Eski Aydınlıkçı, Maocu İşçi Partisi’ne (ve liderine) ben on yıldır “nasyonal sosyalist” diyordum. Nitekim adlarını Vatan Partisi olarak değiştirmek suretiyle süreci mantıken olabilecek en uç noktasına taşıdılar.)
Öyle veya böyle; artık böyle bir proje yok yeryüzünde. Tarihsel sosyalizm iki çok kritik irade ve şiddet, dolayısıyla toplumsal mühendislik boyutunu içeriyordu: (a) siyasal iktidara devrim yoluyla müdahale; (b) ekonomik iktidara, mülkiyet ve sınıf ilişkilerine keza devrim yoluyla müdahale. Bırakın Marx’tan, Lenin’den çıkarabileceğiniz daha uzun ve karmaşık tanımları. Bu iki nokta Marksist sosyalizmin olmazsa olmazıydı. Ama bugün kimse böyle bir program yazamaz artık. Bir daha kimse, böyle bir hareket ve parti inşa etmeye kalkamaz. Bu tasavvurun tarihsel aktörü de kalmadı (19. yüzyıldaki gibi bir işçi sınıfı), yol haritası da kalmadı (şöyle şöyle yaparsan devrim olur/olabilir), (daha âdil, özgür, temiz, çevreci ve yaratıcı olacağı iddia edilen) ütopyasının inandırıcılığı da kalmadı. Mesele üç kişinin kafa kafaya verip kağıt üzerinde taslaklar kaleme alması değil. Fikirlerin toplumsallaşabilir ve dolayısıyla uygulanabilir olması. Leonardo habire tahta modeller yapıyor, ama ne uçurabiliyor ne yürütebiliyordu. Çünkü ne (ahşaptan öte) bir malzeme sorununa çözümü vardı, ne de (buhar makinesi veya benzin motoru gibi) bir itici güç kaynağı. Bugünün solcuları da kendi tahta oyuncaklarıyla oyalanıyor.
* * *
Hiçbir örgüt kalmamış, hiçbir ortak çatı, velev bir kulübe. Sol yok, parti yok, sosyalizm yok — ama solcular var. Sol kişi ve gruplar var, mahfiller var, arkadaş sohbetleri var, küçük küçük dayanışmalar; tabii olacak. Kendi çocukluk ve gençliğimden biliyorum; “rakı sofrası sosyalizmi” denirdi, babamların Eski Tüfekçiler çevresinde. Sonra bir ara kitleselleşir ve siyasîleşir gibi olduyduk. Nihaî çöküş sonrası, çoğu insan geri döndü nostaljiyle yaşamaya. “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.” Gürbüz Özaltınlı’nın “uyuyan kimlikler”i (12 Ekim 2015: Sorumluluk duygusu ve sağduyunun uğramadığı bir dünya) gelip bunlara tutundu.
Daha doğrusu, bir buna, bir de önüne çıkan, sola özgü denebilecek bazı özel dâvâlara tutundu. Bu, aslında, prensip olarak çok daha büyük bir problem. Özellikle Türkiye’de, örgütlü sol, sol proje ve sol siyaset diye bir şeyin kalmadığı bugün, ortalıkta kendine “ikame dâvâ” arayan yığınla yüzer-gezer solcu ve sol mahfil var. Diyelim, şu veya bu konuda her nasılsa bir mücadele başlamış. Taze bir filiz; umut veriyor, küçük de olsa kendi dinamiğini yaratıyor. Derken ister yaşlı, ister genç, ama kafaca hepsi “eski” solcular sökün ediyor şuradan buradan. O konunun (her ne ise) asıl sahiplerine kıyasla kalabalık bir kesim oluşturuyor; kendi kafa yapıları, bayrakları, sloganlarıyla gelip çöküyorlar o alanın, o mekânın, o dâvânın üzerine. O zaman ne oluyor? Geçmişteki gibi asıl Büyük Dâvâya, sosyalizme (kollektif-kurumsal bir anlamda sola) kanalize etmeye çalışmıyorlar. Kendilerine, solculara kanalize etmeye çalışıyorlar. Hattâ gençlerinin, öyle Marksizm filan bildiği de yok, pek çok durumda. Olsa olsa örnek kahramanları var, Denizler veya Mahirler gibi. Solculuktan anladıkları hemen tek şey, (herşeye) muhalif olmak, itiraz etmek, hayır demek. Bir adım ötesinde, mutlaka bağırmak, kavga çıkarmak, polisle çatışmak, daha geniş anlammda devletle/düzenle maddî-manevî büyük bir boyölçüşme içinde olduğunu hissetmek, kıyısından köşesinden de olsa ersatz bir “devrimci şiddet” tadı almak. Önlerine ne gelirse, ona böyle sarılıyorlar. Yaşlıların, geçmiş nesillerden kalanlarının ise derdi biraz başka. “Cami gitmiş, mihrap kalmış” misali, kendilerini hâlâ güçlü ve etkili, “sınıf mücadelesi” ölçeğinde az buçuk “muktedir” hissetmenin; yeniden bir tür “böbürlenme hakkı”na kavuşmanın yolunu arıyorlar.
Her halükârda, üzerine çöktükleri pek çok yeri ve şeyi kurutuyor, berbat ediyorlar. Sonuçta ne başkalarına, hattâ ne de kendilerine faydaları oluyor. Neden? Çünkü o konu veya dâvâyı hissetmiyorlar aslında; gerçekten sevmiyor, özümsemiyor, benimsemiyorlar. Çok benciller; sırf kendileri için yapıyorlar; sadece kendilerini, kendi paradigmalarına önemsiyorlar. Nasıl? En genel ifadesiyle, kendi özgül içeriğine değer vermeyip, sadece araçsallaştırmak suretiyle. Bir kere, kafalarında o spesifik konunun gerektirebileceği pragmatizm ve esneklik diye bir şey yok. Sadece kendi “teorik” şablonları var. Buradan hareketle pratik hayata a priori dayatmalarda bulunuyorlar. 1960’lar ve 70’lerden kalma bir dogmatizmin üzerine genel İslamofobi, onun da üzerine kaskatı bir AKP karşıtlığı ve Erdoğan düşmanlığı biniyor. Bu üçlü piramit, (erişilebilirliği olan) asgarî hedeflere değil, (sadece slogan değeri taşıyacak derecede) azamî hedeflere yönelik, olabildiğince geniş değil alabildiğine dar bir siyaseti empoze ediyor. Özcülük, maksimalizm ve boyölçüşmecilik arıyor; “gerçekçi ol, imkânsızı iste” diyor örneğin (ilk ağızda kulağa hoş gelse de tamamen palavra). İllâ ideal olsun istiyor; teorik bakımdan saf ve arı olsun; hiç uzlaşma içermesin (var mı yeryüzünde böyle bir şey?); bütün reformlar, ileri adımlar, kısmî ilerlemeler tokatlansın, geri çevrilsin; boştur, oyundur, tuzaktır densin. Ya da zaman ve mekânla kısıtlanmadan, dişe diş sürsün, ölümüne kadar. Mücadele konusu olan baskı, zulüm ve haksızlığın somut kökenine de bakmıyor üstelik; ne yapıp yapıp, AKP karşıtlığına dönüşecek ve Erdoğan’ı hedef alacak hale getirmeye çalışıyor. Diyelim ki bir Ermeni soykırımının, ya da bir Kürt hakları sorununun, ya da siyasî bir cinayetin sorumluları aslında oldukça belli. Bunlar da AKP öncesi ve/ya AKP dışı odaklar (hayli gerilerdeki İttihatçı kafa, eski Kemalist/vesayetçi ideoloji ve rejim, veya onun uzantısı bir “derin devlet” aygıtı). Hayır, bu yetmiyor; her durumda AKP’nin (baş) düşman gösterilmesi gerekiyor. Gene diyelim ki bazı çevreci gençler bir eko-eylem başlatmışken polisin gerçekten vahşi saldırısına maruz kalmış. Bu, gerçekten AKP hükümetinin sorumluluk alanı. Öte yandan, polis şiddetinin önlenmesi pekâlâ somut bir hedef olabilir ve AKP de (belki) bu noktaya getirilebilir. AKP getirilmese bile, AKP tabanından insanlar bu kadarıyla, bu noktaya kazanılabilir. Ama hayır, bu da yetmiyor; buradan hareketle AKP’nin toptan devrilmesi, yıkılması gerekiyor. Bu da kendi ittifaklarını daraltmak ve karşı tarafı büyütmek, güçlendirmek anlamına geliyor. Tarif etmeye çalıştığım sınırlı ölçüler içinde “kentsel çevrenin korunması ve polis şiddetinin önlenmesi” için gelen gelsin değil, “sırf bizim gibiler” gelsin demiş oluyorlar. Bu da “solun dâvâları” ile “sağın dâvâları” arasındaki ayırımı ilelebet sürdürmek anlamına geliyor.
* * *
Yukarıda soyut genellemeler biçiminde anlattıklarımın somut örnekleri hepimizin gözü önünde. (1) Kürt sorunu. PKK 1980’lerin ortalarında gerilla savaşını başlattı; Türk solcuları bir süre Kemalist önyargılarıyla boğuştuktan sonra giderek yapıştı o “devrimci halk savaşı”na. Vazgeçemedikleri şiddet hayranlığı; başkasının silâhlı mücadelesinin terkisine binme kolaycılığı; “bizim yapamadığımızı onlar yapıyor, işte bak, oh olsun, devletin burnunu ne biçim sürtüyorlar” duygusu bunda başrolü oynadı. Gel zaman git zaman, Türk solcuları giderek çoğaldı bilhassa HDP yönetiminde (Ertuğrul Kürkçü, Figen Yüksekdağ, Sırrı Süreyya Önder ve benzerleri). Ahmet Türk kuşağı diye tarif edebileceğimiz bütün bir (günahları ve sevaplarıyla) deneyimli Kürt siyasetçileri kadrosu gitti; geriye, hayatta kendi adlarına pek bir şey başarmamış ama Kürt siyasetinin “yeni zenginleri” diyebileceğimiz bu solcu Türk türediler kaldı.
Onların ve onların da eteklerine yapışan daha geniş Türk solcu çevrelerinin katkısı ise hep uzlaşmazlık yönünde oldu ve oluyor. PKK-HDP’nin “Erdoğan’ı başkan yaptırmama” ve/ya “savaşı AKP’yi devirinceye kadar sürdürme” çizgisi elbette yüzde yüz doğru. Müzakere masasını kim devirdi derseniz, tabii Erdoğan. Temmuz 2015’te savaşı kim yeniden başlattı? Keza Erdoğan (bütün yazılı kanıtlara, PKK liderlerinin imzalı makalelerine karşın). Çözüm süreci önemli mi(ydi)? Hayır; “Kürtler” ne yapsın; tek şansları “mecbur” bırakıldıkları gerilla mücadelesini sürdürmek. Diyarbakır mitingi, Suruç, sonra Ankara HDP mitingi bombalamalarının ardında hükümet mi vardı? Ona ne şüphe (şimdi hemen bütün IŞİD faillerinin ortaya çıkmış olmasına rağmen). “Katilleri tanıyoruz, unutmayacağız, affetmeyeceğiz” (AKP imâsıyla). Ne oluyor, hendek kazılan, barikat kurulan Güneydoğu şehirlerinde? 1128’ler bildirisine bakarsanız, PKK neredeyse nâmevcut; hükümet durup dururken saldırıp (telâffuz edilmeyen sözcükle) aslında soykırım uyguluyor. Buna karşı da belki uluslararası bir müdahale gerek. Eh, ben de bunları unutmuyorum ve unutmayacağım. HDP’nin sırtındaki Türk solcuları kamburudur, bize bunların çoğunu yaşatan.
(2) Gezi. Hükümet, daha somut olarak zamanın başbakanı Erdoğan, ısrarcı olmuş parkın kaldırılıp oraya eski Topçular Kışlası’nın taklidi bir AVM yapılmasında. İyi bir proje mi? Hayır, hayli kötü, yersiz ve gereksiz. Her türlü itiraza karşın, yapacağız da yapacağız diye inat edip kamuoyunun nasırına basmanın âlemi var mı? Hayır, yok. Buldozerlerin ilk girişi bir emrivaki mi? Evet, emrivaki. Polisin çevreci gençlere saldırısı çok mu kötü? Evet, korkunç boyutlarda. İlk iki veya üç gün boyunca herkeste haklı bir infial hissi var mı? Evet, var. — Peki o zaman, ne demek oluyor, iki hafta boyunca Taksim Meydanı’nı işgal etmek; illâ çıkmayacağız veya çıktıktan sonra döneriz de döneriz demek; bunun için Taksim’e fetih yürüyüşleri düzenlemek; polisle çatışma aranmak (bizzat şahidim); otobüsleri ve iş makinelerini ateşe vermek, keza sokak başlarında ateşler yakmak, İstanbul yanıyor görüntüsü versin diye? Neydi o “devrim günleri” havası, çoluk çocuğun kendilerini 1830 veya 1848 Paris barikatlarında zannettiği? En önemlisi, hükümetle son anlaşmaya da varıldıktan sonra, artık neydi, hangi solcu akla hizmetti, “her yer Gezi, mücadelemiz koşulsuz sürecektir” deklarasyonlarında bulunup, parkın barışçı bir şekilde boşaltılacak yerde gene polis zoruyla temizlenmesine çanak tutmak?
(3) Hrant Dink cinayeti (19 Ocak 2007). Aşikâr ki AKP yapmadı veya yaptırmadı. Tam terrsine, (Ermeni soykırımı tartışmalarını özgürleştirmeye katkıda bulunan olumlu tavrının uzantısında) Hrant’ın cenaze töreninde somutlanan acı ve protestonun da karşısında değil, sessiz bir hayırhahlıkla da olsa yanında yer aldı. Fakat gene aşikâr ki, Roboski/Uludere katliamına ilişkin soruşturma gibi Hrant’ın katillerinin yargılanmasına da gizli ve karanlık eller karışmaya başladı. En bariz bazı ipuçlarının üzerine gidilmedi; soruşturmanın genişletilmesine ilişkin en makul talepler yerine getirilmedi. Doğru. Peki bunlar, o spesifik mücadele çerçevesinde, icabında her kapıyı çalarak aşılmaya çalışılması gereken engeller miydi (ki bunu da yapanlar oldu elbet)? Ya da, kolayından AKP’ye yıkılacak, hattâ “oh, AKP battıkça batıyor, hedef almamız kolaylaşıyor” misali el ovuşturulacak tıkanmalar mı? İkinci yaklaşımın etkisinden midir bilinmez; belirli bir süre, belki beş altı yıl “Hrant’ın Arkadaşları” solculuğunun epey ilgi alanına girdi Dink dâvâsı. Blokaj süresince de bu ilgi devam etti. Derken tavsayıverdi. Sessizce çekildi, yokoldu o sol destek; “Hrant’ın Arkadaşları”nın varlığından pek söz edilmez oldu. Öte yandan, ilginçtir, daha 15 Temmuz öncesinde önemli gelişmeler olmuştu duruşmalarda. 15 Temmuz darbesinin bastırılmasından sonra bu gelişmeler daha da hızlandı. Olay yerindeki jandarmaların kimliği de, onları koruyanlar da, perde arkasındaki başka kritik isimler de açığa çıkmaya başladı. Dönemin Trabzon jandarma konutanı Albay Ali Öz tutuklandı örneğin, ki büyük bir olaydı (bkz Oral Çalışlar, Ali Öz, Dink cinayetinin neresinde?, 22.8.2016). Sevindirici olmasının ötesinde, bu konuya özgü ittifakların genişletilmesi için benzersiz bir fırsattı. Bilmem, bu fırsatı değerlendirecek bir şeyler yapıldı mı? İşlerin (o konunun kendi sınırları içinde) iyi gitmesi, daha geniş bir bağlamda “iyi” mi, “kötü” mü demek oluyor? Yoksa AKP’yi (ve sadece AKP’yi) suçlama olanağının kalmaması bu soğumada rol oynadı mı? Veya “al birini, vur diğerine” ya da “ne AKP, ne FETÖ” diye özetleyebileceğimiz anlayışlar, değindiğim fırsatın varlığının dahi algılanmamasına mı yol açtı?
* * *
Bu yazıyı (ve 23 Ağustos’taki ilk bölümünü) yazmama yol açan asıl mesele, tabii (4) Ermeni soykırımı tartışmaları. El Pais gazetesinin konuya ilişkin sorularına verdiğim cevaplarda, sadece 1915’in neden soykırım olduğunu değil, son on beş yirmi yılda Türkiye’de bu açıdan kaydedilen ilerlemeleri de anlatmıştım (İngilizce orijinali, 15.8.2016: With or without the coup, genocide was and is genocide; Türkçe çevirisi, 20.8.2016: Darbe olsa da olmasa da, soykırım soykırım kalacak). Bu bağlamda, “illâ soykırım densin, aşağısı kurtarmaz” anlayışının da çeşitli açılardan eleştirisini sunmuştum.
Orada belirtmediğim nokta, son yıllarda bu anlayışın konunun “solculaşma”ya — özellikle popüler düzlemde giderek daha fazla, anlattığım türden genç, yeniyetme solcuların eline geçmeye — başlamasından kaynaklandığıydı. 2000 yılında Chicago’da ilk WATS (Workshop on Armenian-Turkish Studies, Ermeni-Türk Etütleri Atölyesi) yapıldığında yoktu böyle bir şey. Hattâ 2005’teki büyük Ermeni konferansında da yoktu. Tersine, öyle bir terim birliği asla aranmıyor; herkes kendi anlayışını, neden soykırım gibi gördüğü veya görmediğini özgürce ortaya koyuyor; böyle bir vokabüler fetişizmi duygusuyla kimse kimsenin yakasına yapışmaya kalkmıyordu. Bizler, devletçi-milliyetçi inkârcılığa karşı tarihsel gerçekle yüzleşmenin (ve istersek soykırım da diyebilmenin) mücadelesini veriyorduk, yoksa soykırım deme-dedirtme “zarureti”nin değil! Uzun süre Ermeni milliyetçiliğinin uç kesimleriyle sınırlı olan bu maksimalist şekilciliğin Türkiye içine sirayeti daha sonra oldu. Her çeşit aşırılığa hayran olmaya hazır, dünyadan habersiz solcu gençler var ya. Bir yönüyle, Kürt milliyetçiliğinin aşırılığına, PKK’nın silâhlı mücadelesine hayran olmuşlardı (ve oluyorlar). Gene aynı şekilde, bu soykırım fetişizmine de hayran oldular. Bu uğurda ne mücadeleler yaşandığına; hangi özgürlüklerin nasıl bir dikkat ve ihtimamla kazanıldığına zerrece bakmaksızın, kendilerini her nasılsa içinde buldukları görece rahat ve serbest ortamda, fütursuz bir cehalet ve kadirbilmezlikle, soykırım sözcüğünün geçtiği her şeyi beğenmeye, geçmediği her cümle ve paragrafa ise inkârcılığın örtük devamı diye dudak bükmeye kalktılar (1960 ve 70 solcularının öküz altında revizyonizm araması misali). Aynı azamîcilik, 2014’te Başbakan Erdoğan, 2015’te Başbakan Davutoğlu’nun yayınladığı taziye mesajları dahil, AKP hükümetlerinin bu konuda attığı (El Pais cevaplarımda özetlemeye çalıştığım) bütün ileri adımları görmezden gelen bir nihilizme de yansıdı.
Bu saçmalığın vardığı son nokta, Kürt sorununa ilişkin ultra-radikalizm ile Ermeni sorununa ilişkin ultra-radikalizmin buluşması ve üstüste binmesi oldu. Ne acıdır, ben buna WATS’ın 1-2-3-4 Ekim 2015’te İstanbul’da, Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki binasında yapılan Dokuzuncu Konferansında da tanık oldum. İkinci gün öğleden sonra oturumunda benim kendi tebliğim de vardı. 1980’ler ve 90’lardan başlayıp, 2000, 2005 ve 2007’den geçerek bugüne gelen bütün kısmî özgürleşme mücadelesini bir kere daha özetledim. Meğer soykırım sözcüğünü kullanmamışım; hiç farkında değildim. Bunların büyük bölümü yaşanırken henüz doğmamış olan iki genç kalkıp “soykırım sözcüğünü kullanmadınız; acaba AKP taraftarı olduğunuz için mi?” diye sordu! Demek kafalarında, “soykırım demek = solculuk, soykırım dememek = sağcılık/AKP yandaşlığı” gibi bir denklem vardı. Geçtim; dördüncü gün öğleden sonra, sondan bir önceki oturumda, ismiyle müsemma bir bilmez, Türkiye’de konunun özgürleşmesinde üniversitelerin pek bir şey yapmadığını, Hrant Dink Vakfı’nın esas rolü oynadığını iddia edebildi. Bir, sanki bu ikisini karşı karşıya getirmek gerekiliymiş gibi. Ama iki, Bilgi, Boğaziçi ve Sabancı rektörlerinin akademik özgürlük uğruna kol kanat germesi sayesinde yapılabilen ve zamanında olay yaratan büyük “Osmanlı Ermenileri” konferansının 2005 Sonbaharında gerçekleştiğini; Hrant’ın 19 Ocak 2007’de öldürüldüğünü; haliyle Vakfın da ancak ondan sonra kurulduğunu her nasılsa “unutarak.”
Neyse ki ben ve başka üniversitelerden başka arkadaşlar cevap verirken sevgili Tosun, Tosun Terzioğlu duymadı bu densiz değerlendirmeleri. O tüketici 2005 yılı fırtınasının perde arkasındaki sessiz, gösterişsiz kahramanıydı. Hep sözde değil özde radikal olmuş, asla da maksimalist olmamıştı. Dışarıda, kapının önünde birini yakıp birini söndürmecesine sigara içiyordu o sırada. Ağır kanser olduğu halde demiyeceğim; olduğu için, can sıkıntısından. Son oturumun sırası geldi; ikimiz birlikte, 2005 konferansınin gizli tarihini anlattık (bunun bant kaydı var; ya kendi web sitemi yenilersem oraya — veya belki buraya, Serbestiyet’e yükleyeceğim sanırım).
Bitti, kalktık. Vedalaşırken gene farkettim ki (ve üçüncü günün akşam yemeğinde de farketmiştim ki), sağda solda bazı genç akademiklerin hiç ama hiç umurunda değildi bu dram. Onlar tarihin tarihini değil, sırf güncelliğin siyasetini konuşuyordu. Şimdi herşey aynen güneydoğuda oluyor — buydu döne döne söyledikleri. Tekrar edeyim, 1-2-3-4 Ekim 2015’ti, yani geçen sonbahardı. PKK hendekli-barikatlı ilçe merkezi işgallerini gerçekleştiriyor, güvenlik güçleri de bu işgalleri kaldırmak için sokak sokak, ev ev savaşıyor, bu arada onbinlerce Kürt de onları canlı kalkan olarak kullanmayı uman PKK’nın “kalın, sakın gitmeyin” dayatmasına rağmen artık örgütten yaka silkerek kaçıyor ve yerini yurdunu terkediyordu. Herkes de biliyordu PKK’dan kaçtıklarını; örgütten yüz çevirme yaygın olarak gözleniyor, yazılıyor, konuşuluyordu.
Hal böyleyken, WATS IX kulislerinde işte aynen 1915 diyordu bazı genç solcu akademikler: O zaman Ermenileri öldürüyor ve sürüyorlardı, şimdi ise Kürtleri. Açıkça çıkıp tebliğ halinde sunamıyor, sadece aralarında fısıldaşıyorlardı. Külliyen yanlıştı; bu bir yana. Konumuz açısından önemli olan şu ki, bu bindirme ve örtüştürme yoluyla, akıllarınca AKP’ye karşı bütün savaş cephelerini birleştirip konsolide eder ve “bütün düşmanlık yollarını AKP’ye çıkarır”ken, özgüllüklerini ve ayrı ayrı konuşulabilir, çözüm aranabilirliklerini yoketmek suretiyle ne Kürt sorununa, ne Ermeni soykırımı tartışmalarına verebilecekleri zararı algılıyorlardı.