Fırsat buldukça andığım Dolmabahçe Stadı’na bağlılığım, sadece en tutkulu olduğum zamanlarımdaki maçların sahnesi olması nedeniyle değil, bulunduğu yerle uyumu da değil tek başına… Prost planının bir yer seçim dehasıyla ilk bakışta kent merkezinde olmakla kenti kitleme riski gibi dursa da… Durup düşünelim: “Ne demektir iki saat içinde tekrar geldikleri yere dönmek üzere kırkbin kişinin birden kentin merkezi yapılmakta olan bir yere toplanması?” Ama Taksim gibi üç yakanın birden merkezi kadar Karaköy, Beşiktaş gibi alt-merkezlere de yaya mesafesi yakınlığı ve deniz trafiği içinde düğüm noktasında bulunuşu durumu tersine çevirmekteydi.Hemen ardında sarayla camisi arasına saat kulesinin olduğu rıhtıma yanaşan; Venedik’in Vaporetto’su kapasiteli motorlar, sadece Üsküdar, Kadıköy gibi karşı yaka komşularına değil, Marmara’nın Bostancı’dan Bakırköy-Ataköy uçlarına kadar yarım saat içinde boşaltıveriyordu o kırkbin kişiyi neredeyse evlere-servis edercesinde.Sadece ulaşım da değil, tribünlerin eğimiyle Maçka’dan kaptırıp gelmiş arazi eğimini denkleştirip usulca deniz seviyesine bırakıveren bir arayüz de olmuştu bu zamanındaki ilk kırkbin kişilik müstesna oyun çukuru. Kentin makroformu ve ve mikro-topoğrafyasıyla bu kadar uyumlusunu daha görmedim.Haydi bunlar doğanın verileriyle eşgüdüm ustalığı, ama bir de yapılı çevresiyle yani kent mimarlığıyla olan ilişkisi var daha… Kentlerin bulvarında, caddesinde sık rastlanmayacak istisnai ölçekte bir işlevsel strüktürün yüzünü döneceği alelade ortalamayla, sıradan bina stokuyla münasebeti bu kısaca. Paul Bonatz’ın kente bakan yüzleri hep problem olmuş öteki istisna; garlardan Stuttgart’dakine bulduğu ve sonra Avrupalı Postmodernlerin yüreğini hoplatıp gözlerini alamayacakları çözümden habersiz olamazdı İtalyan stadyum mimarı Paolo Vietti Violi ve yerli ortakları Aysu ve Şahingiray.Yatay bir pencere dizisini içine gömüldükleri duvarla birlikte; fragmanlaştırarak bir kolon dizisinin üzerine ve şehrin girişi niyetine iki derin taç kapının arasına yerleştirmekle bu ne yapılacağı bilinemeyen bina yüzünden kentin merkezindeki Barok meydana açılan dramatik bir efekt türetmişti Bonatz. Kentlerin çeperlerindeki surlara gömülmesine alışılmış taç kapılarından ikisini kentin orta yerine; endüstri devriminin ulaşım ayağı demiryolunu kentlerin içine taşıyarak içle-dışı, astarla-yüzü, çoktan ters-yüz etmiş düğüm noktası gar binasını kentle, başlıca işlevi kapı aracılığıyla yüzleştirerek demir kolonu, kirişi, makasıyla ve cam örtüsüyle kentin dışından devşirme teknolojik atmosfer efektini demiryoluyla buluştuğu yolcu salonuyla sınırladıktan sonra asli işlevi kapıyla kente göstererek kentin bünyesiyle gelişigüzel zıtlaşan bir unsur olmaktan bu iki kapı ve gölgelerle çerçevelenmiş o pencere ve kolon dizilerince dramatize edilmiş kurgu aracılığıyla kente entegre bir arayüze dönüşüyordu. Bu tutucu kentin marka değeri, medarı iftiharı Mercedes amblemi de sonra yerleşecekti o resmin başköşesine. (1)Kent ortalaması için nereden bakılsa sıradışı bir büyüklük ve strüktür demek olan stadyumu Maçka Bayıldım ve Gümüşsuyu yokuşları arasına gömerken de bu kabuk ve cephe vokabülerini kullanıyor Violi. Yokuşların dayandıkları istinat duvarları arasına gömülen kesitlerine bu kez sıva içine gömülmüş pencere dizileri yerleşiyor, tribünlerin taşıyıcısı kolon dizisine kendilerine de taşıtıp dramatikleştirerek. Hiç yoktan bir anıtsallık-sıradanlık tansiyonu meydana geliyor. Kentin orta yerindeki paralel iki bayırın istinat duvarlarıyla gömülmüş gizli arayüzlerinde duvar içine açılmış pencere boşluğu serisi zaten kentin bulvar ve cadde cephelerinin her yanına yayılmış en alelade unsurları. Sütun dizisi ise antik tapınaklardan bazilikal kilise nefleri ve cami avlularına anıtsal mimarlığın, kenti domine eden anıtların en belirgin işaretlerinden. Koskoca gövdesiyle o caddeleri darmadağın etmek yerine bu anıtsallık sıradanlık diyalektiğinin tansiyonuyla vantuz gibi emen esrarengiz çatlaklar haline gelmiş aralıklara yaslanarak hafifliyor o dev strüktür. Yaslandığı bayırların istinat duvarlarıyla arasında kalan aralıklar hava yastığı gibi çalışıyor. Ağır strüktürün cephesi yavaşça o aralıkta kaybolmakla oraya vurgu yapmış oluyor. Kentin fiziksel ve anlamsal en alelade ve hafif yükü olan pencere dizisinin en ağır yüke endeksli elemanlara taşıtılmasının tansiyonu bu. Aldo Rossi’nin de başta Postmodern’in rasyonalist fraksiyonunun manifestolarından Modena Mezarlığı projesi olmak üzere sık başvuracağı bir eşleşme olacaktı bu çekici zıtlığın tansiyonu. Konuya bu detayda girince, Violi ve Rossi’nin pencerelerin ağır taş duvar yerine sıvalı duvarın içine dizilmekle orijinalinden daha güçlü bir vurgu yaptığına da değinmek gerekiyor.Çok sular aktı o gün bu gündür köprülerin altından. Hatta özenli eğimi ve kabuğuyla o stadyum yok artık orada. Tünel ve viyadüklerin arasında tarihe karıştı bile. Ama enerjik genç meslekdaşımız Bünyamin Derman yeni BJK stadını şekillendirirken eski deniz cephesinin Leon Krier’vari iki kule arası taş duvarına kıyamayıp anlamlı bir bellek izine de dönüştürerek yeni stadın nüfusuna geçirmiş besbelli; hâlâ ayakta o taş kulelerle duvar. Hatta stadın yeni çehresine de özenle yerleşip yeniden deniz duvarını teşkil etmiş. Beşiktaş, değişim zincirinin son halkası. Önce Galatasaray Ali Sami Yen ile Mecidiyeköy’e yerleşti, maçlar ikisinden birinde oynanır hale geldi. Sonra Fener, GS’den geri düşmesini tesis problemine bağlayıp Kadıköy yakası orta yerine Saraçoğlu’nu yapacaktı ki bu herkesin maçını kendi stadında oynamasının da dönümü oldu… Hatta Fener’in atağı GS’ye kendi stadını köhne göstermiş olmalı ki, TOKİ’si, Telekom’uyla elele 2.çevreyolu kıyısına, Kağıthane vadisinin alternatif kullanımlarının da önünü tıkayan Aslantepe’sini yaptı. Saraçoğlu’nu şekillendiren yegane unsur, tribün eğimi, saçağının, ses kaçağına set çekmesi olduğu anlaşılıyor. Cehennem deneyimi beklentisi ses şiddetine endeksleyince stadın mimarisi müteahhit taraftarlar depolarından hibe malzemeler kolajını andıran gelişigüzel kompozisyonlarca belirlendi. Aslantepe de ses şiddeti endeksli çözümle yetinince günün sıradan çözümlerinin tekrarından öte mimari özellik taşımayan ürünlerle yetinilmiş oldu.Oysa arada kayda değer bir mimari deneyim de yaşanmamış değildi. İstanbul tarihinin müsabaka dışı cephesi en zor geçmeye aday futbol müsabakasından yüzünün akıyla, salimen çıkmasının dahi profesyonellerinden seyircisine İstanbullu futbol camialarının gözlerine girmeye yetmediği anıtsal bir mimari üründü bu.Önce atlattığı sınav; oyuna ve takımlarına taşkınlık ve azgınlık seviyesinde tutkun iki ayrı ekolün temsilcisi iki fanatik rakip seyirci Liverpool ve Milanlılar şampiyonlar şampiyonu olma hayaliyle binlerle geliyor metrosu bir yana, şehir hatları vapurlarından başka alternatif ulaşım şebekesi grafik temsiline bile yabancı milyonluk metropol İstanbul’a. Gösterge disiplininden yoksun tabelalar latin harfli olsa da kelimelerin kendi dilleriyle kökbağı yok. Yol-yordam bulmaları mucize. Önce şehri ve merkezlerini bulup, yiyip-içip, konaklayacak, bir de şehirlerarasındaki Olimpiyat Stadı’nı bulacaklar; kentte, yolda rastlaşmamaları Allah’ın lütfu.2005 İlkbaharında hepsi gerçekleşiyor. Binler iki ayrı iri öbek şeklinde salimen yerleşmiş yerine. Dünya futbol intelijensiyasının da eşliğinde; ekranların kayıp hatırası Netzer bile yanıbaşımdaydı. Bir de iyi maç, karşılıklı ve çekişmeli. O oyuncusundan seyircisine İstanbullu’yu yıldırmış rüzgâra, ayaza ne oldu? Liverpool’luya Milanlı’ya mı işlemiyor? Çevreyolları performansından korkanlar stadın etrafındaki muazzam boşluğun frenleyip yatıştırıcı etkisini hesaba katmamıştı besbelli. Otopark sayısı bille yeter efsane yapmaya. Neredeyse her tribün biletine bir de otopark no’su düşecek. Telefonla otoparkında yer ayırtılıp gidilen Los Angeles-Getty müzesini getiriyor akla. Final için beklenmedik skor “3-3” bile şüphe yaratmadı anti-Olimpiyat cephede.Hangi yanlış hesabın, katsayının, ihmal edilmiş çevre parametresinin sonucudur bilinmez Trakya’nın o malum, cehennemi ayazının da müsebbibi meşhur rüzgârı yarımadanın olanca kapasitesini toplanıp buraya boca ediliyor sanki. Ne kaleci degajı şiddetiyle, ne de usta bilek dürtmesiyle gidiyor ileri bizim liglerde top. Yatırımın büyüklüğünden geçtik, mimarisiyle de iddialı. Anıtsallığının hakkını vermiş yegane stadı koca metropolün. O mimar masası kaçkını kolajlar hıncahınç dolarken yapayalnız duruyor olanca klasıyla. Daha o çevre boşluğundan yavaşça yaklaşırken çarpıyor, en bakma-özürlü gözün bile kayıtsız kalamayacağı gövdesiyle arasında mesafe bırakarak havalanmış, zar inceliğiyle bile bulutsu çatı örtülerinin gözkamaştırıcı başınabuyruk salınımı. Yüzyıllar sonrasının arkeologları inanmayıp şehir efsanesi diyerek geçecekler herhalde bu ustaca şekillendirilmiş modern anıtın rüzgâr nedeniyle stattan sayılmadığını gazete arşivlerinden öğrendiklerinde. Makro-formundaki ve mühendisliğindeki ustalık da bir yana; ritm ve ölçüleri tabii ki farklı oturma ve merdiven basamaklarının özenli bitişme ve inşai kaliteleri küçücük apartmanlarda bile tutturamadığımız bir şantiye disiplinine işaret ediyor.Denizi olmasa da Dolmabahçe’de onyıllar önce dağılan kalabalığın sükûnetiyle buharlaşıp kayboldu metropolün birbirinin fitili olmaya meyyal o iki konuk topluluğu maç bitince.Ama farketmedi; doğru dürüst kayda bile geçmedi o holistik performans. Rüzgâr ve ayaz olarak geçmekten kurtulamayacak gibi duruyor modern tarihimizin o mimari, mühendislik, girişim ve müteahhitlik başarısı sonuç olarak tarihe.Dolayısıyla mimari olarak sözedilmeye değer iki örneğine rastlamış olduk bu en büyük kitleyi toplayan modern arenaların İstanbul’da biri sonradan kıymeti anlaşılamayıp erkenden eskiye çıkarılmış ilk örnek, diğeri de hafızalarda yer tutmamış bir aralıkta üretilip, talihsiz çevre koşullarının kurbanı olmuş. İlki kentin içine özenle yerleşmek, diğeri de büyük boşluk içinde kendi başına ayakta duracak heykelsi şekillenişi bakımlarından örnek teşkil edecek kapasitelere sahipken, ne biri ne öteki model alınmış. İlkinin yenilenme sürecinin mimar masasında şekillenmesi bu tarihin nihayetinin hoş cilvesi gibi duruyor: Projeyi görmedim. Yeter ki Haliç’in boynuzu misali, naif kuş tüyü, kanadı sembolleri değil de değindiğim taş duvar misali, mimarının mimari elemanlarla ilgili tercihleri sonuçta baskın gelsin, diğerleri, hayali photoshop rötuşları olarak sanal dünyaya hapsolup kalsın.Sanırım bu da hafta sonlarını geçirdikleri statlardan memnun İstanbullu futbolseverlerle en az mutabık kaldığım yazım olacak. Dipnot___________________________________________(1) Tutuculuğuyla tanınmış bu kentin aksi yönde yaptığı en beklenmedik hamle Alman sanayicileriyle yenilikçi sanatçı, mimar ve tasarımcı aydınlarını biraraya getirerek örgütlemiş Werkbund örgütünün 20’lerdeki en iddialı girişimi olarak Weiβenhof yerleşmesine ev sahipliği yapmasıydı. Şehri vadiye dönüştürerek saran yüksek tepelerinden birine yerleşen Weiβenhof’un bir nevi küratörlüğünü üstlenmiş Mies van der Rohe, yerleşme planını yaptıktan sonra Peter Behrens’ten Le Corbusier ve Max Taut’a dönemin çeşitli pozisyon eğilimlerinin sivrilmiş isimlerine davetiye çıkararak yerleşmenin birer parçasını tasarlamalarını istemiştir. 20’ler avangardı Yüksek-Modernizmi hâlâ da temsil etmeye devam eden bu yerleşmenin onca şehir dururken, Orta Avrupa’nın sivriliklere kapalı bu şehrinde yer seçmesi, yerel siyasi kamuoyunun da tepkisine rağmen gerçekleşmiş ve reaksiyon olarak Weiβenhof’un komşu yamacına Stuttgart okulu diye anılan mimarlık okulu hocaları ve öğrencilerince örgütlenen yerel bir girişim olarak yenilikçi bloğun karşıtı muhafazakârların başlıca sözcülerinden Paul Schmithenner’e benzeri bir yöntemle ve ona nazire olarak ve Kochenhof yerleşmesinin tasarımı ve küratörlüğü yaptırılacaktır. İlginç olan, prizmatik-beyaz renkli-teras çatılı binalarıyla, yenilikçilerin alması beklenebilecek zamanın prefabrikasyon ödülünü dik çatılı Orta-Avrupa yereli ahşap binalarıyla Schmithenner’in liderliğindekinin almasıydı.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik