Beyoğlu sokaklarında tavuk kostümüyle gezen birini görecek olursanız, bilin ki benimdir o. Arada sırada yaparım bunu. Neden deli diyeceklermiş ki? Tavukçu dükkânı tanıtımı yaptığımı sanıyorlardır en fazla. Hiç yadırgamadan geçip gidiyorlar zaten yanımdan. Hatta, kafalarını çevirip de bakmıyorlar bile benden yana. Sonunda görünmez olabiliyorum ya… Daha ne isterim? Yalnızca çocuklar… Çocuklar görüyorlar beni. Minik ellerini kanatlarıma doğru uzatıyorlar. Dokunamıyorlar bir türlü. Analarının babalarının peşi sıra sürüklenip gidiyorlar. Çekiştirile çekiştirile… Hep bir aceleleri, hep bir telaşları vardır zaten o analarının babalarının. Nereye yetişiyorlarsa artık! Ağlayacak oluyorlar, kanatlarımı çırpıştırıp güldürüyorum onları. Yok canım, çocukları eğlendirmek için değil tavuk kostümümü giyip sokaklarda gezinmemin asıl nedeni. O günü unutmamak için. Doğrusu bu! Kendime unutturmamalıyım o günü.
İşsizdim. Tiyatromuz kapanmıştı. Sinemadan çoktan ümidi kesmiştim. Ne zamandır dizilerden doğru düzgün bir teklif aldığım da yoktu. Teklifler, hep kıytırık yan roller… Senaryolara şöyle bir göz gezdirmek bile yetiyordu tek bir sezonu bile çıkartamayacaklarını anlamak için. Edindiğim haklı şöhreti heba etmeye hiç niyetim yoktu o rollerle. Ev arkadaşım… tabii ya ne sandınız, hiç değilse kiraya ortak olur diye tiyatrodan bir arkadaşı almıştım yanıma, ama nerede, değil kiraya destek çıkmak… neyse işte, ne yapsın kapı kapı iş arıyor o da. Şanslı tabii. Şöhret değil o sıralar, iş isteyebiliyor kolayca. Yok söyleyemem şimdi kim olduğunu. Adı bende saklı. Söylesem de inanmazsınız zaten. Öylesine ünlü şu sıralar.
Bir akşam geldi bu. Yüzünden düşen bin parça. Ertesi gün açılacak tavukçu dükkânının önünde tavuk kostümüyle durup ilan dağıtmasını istemişler. Kabul etmiş ama, gururuna da dokunmuş belli. Dönüş yolunda düşünmüş zaten, düşündükçe de öfkelenmiş, vazgeçmiş. Gitmeyecekmiş. Beni aldı mı bir gülme! Çok iyi bir taklit ustasıdır. Hatta en iyisi… ‘İçindeki cevheri keşfetmişler sonunda’ diye dalga geçtim zavallıyla. O da gevşedi sonunda, gece yarılarına kadar mavra yaptık. Açlık başımıza vurmuş olacak, horoz, tavuk taklitleri yapa yapa gezindik evin içinde, sonra aç açına gittik yattık.
Sabahın köründe midemin kazıntısıyla uyandım. Bizimkini de uyandırdım. Tavukçu dükkânının adresini istedim. Uyku sersemi kurcalamadı neyse. Yakınlardaymış dükkân. Tarif etti, döndü uykusuna devam etti.
Dükkâna varana kadar, durdurup birlikte selfi çekmek isteyen hayranlarımın övgüleriyle avuttum kendimi. Yol boyu, o övgüleri büyüttüm de büyüttüm içimde. Ne yalanlar söyledim kendime. Eve kapanıp kalmak yakışmazmış bana. Her büyük sanatçı gibi, sokaklardan, insanlardan beslenmeliymişim. Şöhret olana kadar kolaydı da insanları gözlemlemek, sonrasında imkânsız hale gelmişti sahiden de. İnsanlar beni görür görmez doğallıklarından uzaklaşıp, rol kesmeye, poz vermeye başlıyorlar. Kendilerini benimle birlikte ünlenmiş mi hissediyorlardır, nedir? Öyle işte! Bir sürü yalan söyledim kendimi avutmak için. Onları doğal halleriyle gözlemlemek için tanınmaz, bilinmez olmalıymışım. Fırsat ayağıma gelmişmiş. Hangi sanatçı böyle bir fırsatı tepermiş de… falanmış da filanmış!
Fırsat, o tavukçu lavuğun ayağına gelmiş asıl. Hem de tam açılış gününde…
Dükkânın önüne vardığımda, merdivenin tepesine çıkmış, balon takını vitrinin üzerine yerleştirmeye uğraşıyordu. İçimden bir ses “durma, vakit varken topukla” diyordu. Değil topuklayıp uzaklaşmak, kımıldayamıyordum bile. Büyülenmiş gibi camekânın ardında yağlarını sularını akıta akıta dönen tavukları seyrediyordum. Tavukçu dikilip durduğumu farketmiş olacak, yan dönüp bir baktı, sonra döndü önüne, balonlarla oynaştı, bir hışım tekrar dönüp yüzüme bakmasıyla, kendini merdivenin tepesinden aşağı bırakıvermesi bir oldu. Ellerini oğuştura oğuştura, ezile büzüle yüzüme bakarken, kafasında ne tilkiler dolandı, o tilkiler kaç tavuk kovaladı kim bilir! ‘Dükkân önünde ayaküstü bir selfi çekinip duvara mı asmalı, şu tavukları daha da erken şişe geçirmek vardı, pişmediler ki daha, fotoğrafı asıl sofrada tavuk yerken’… Düşüncelerini bölüverdim.
- Bir arkadaş gelecekti, onun işi çıktı. Benden rica etti.
Anlamsızca yüzüme baktı.
- Ne için abim?
- Bir ilan dağıtma işi varmış galiba.
- Estağfurullah abim!, deyip inanmaz inanmaz sırıttı.
Hiç oralı olmadım. Dükkâna girip, kasanın yanına istiflenmiş ilanları elime aldım, inceler gibi yaptım. Umursamaz bir tavırla yerlerine geri bırakırken, dönüp,
- Eee, nerede tavuk kostümü?, diye soruverdim.
Depoda kuşandım tavuk kostümümü. Neyse ki yüzü açık bırakanlardan değildi. Gagamı özenle burnumun üzerine, göz oyuklarını gözlerimin etrafına yerleştirdim. Kanat ucu şeklindeki eldivenleri ellerime geçirdim. Kendimi eğlendirmeye, neşelendirmeye çalışıyordum bir yandan da. İçine düştüğüm durumun komiğini çıkarmaya uğraşıyordum. Lavabo yanına asılmış ince uzun boy aynasının karşısına geçerken neşeyle gülümsedim. Gülümsememe karşılık vermedi tavuk. Acıklı acıklı kendine baktı. Onu da neşelendirmek için yan dönüp kuyruğunu salladım aynaya doğru.
İlanları insanların burunlarına doğru uzatarak, dükkânın önünde bir ileri bir geri dolanırken, kendimi uzunca zamandır hissetmediğim kadar neşeli hissettiğimi fark ediverdim. Tuhaf bir özgürlük duygusuyla da dolup taşıyordu içim. Başarmıştım sonunda. Kendimi neşelendirebilmiştim. Yapamayacağın tek rol varsa o da ‘neşeli’ rolüdür. Taklitle her duyguyu geçirebilirsin de karşındakine, neşeyi geçiremezsin bir tek. Gerçekten neşelenmelisin. Rol yapmak kesmez yani. Role girmelisin. İlla ki! ‘Neşeli Tavuklar diye bir çocuk filmi mi vardı neydi?’. Birden hatırlayıverdim, o filmin Türkçe seslendirmesinde rol almam istenmişti de reddetmiştim. İyice dibe vurduğumdan… Neşelenmek zor gelmişti. Hiç içimden gelmemişti. ‘Eh işte sen misin işten kaçan? İstemediğin ot burnunun dibinde biter böyle’, diye söyleniyordum ki kendi kendime, burnumun dibi gagamın içinden doğru kaşınmaya başladı acı acı. Kanadımın ucuyla gagamı tutmaya çalışırken, kuyruğumdam yükselen bir kasılmayla sarsıntılı bir hapşırık koyverdim.
- Aaa, anneciiim! Tavuk hapşırdı diye bağırdı veledin teki.
Sağdan soldan yükselen kahkahalar duyuyorum. Hapşırığın şiddetiyle gagam yanağıma kaymış, göz oyuklarım yerlerinden uğramış, göremiyorum etrafı. O karanlıkta kafamı kanat uçlarımla yerine yerleştirmeye çalışırken neşem uçtu gitti. Yok, halime güldükleri için değil. Kanadımın altı deli gibi kaşınmaya başlamıştı da ondan. Ama… kaşıyabilmek ne mümkün. Kendimi meslekle ilgili düşüncelere kaptırdığımdan, o alev alev sıcağı dışarıya vuran camekânın önünde, tüylü pelüş kostümün içinde sicim sicim terlemeye başladığımı farketmemişim. Yağları cız cız ede ede damlayan tavuklarla birlikte, pişiyormuşum ben de. Kaşıntı sicim sicim bütün vücuduma yayılıyor, kanatlarımı orama burama sürtüp duruyorum. Nafile! Kaşıntı cız cız ede ede vücudumu delik deşik ediyor sanki.
Dikkatimi başka yere vermezsem, çıldıracağım. Dikkatimi dükkânın önüne dikildiğimden beri görmezden gelmeye çalıştığım tavuklara veriyorum var gücümle. Nasıl da gayretli gayretli dönüp duruyorlar iyice bir kızaracağız da, nar gibi olacağız diye. Nasıl da leziz görünüyorlar. Kokuları nasıl da sokağa yayılıyor. Ağzımın suları öyle bir akıyor ki, tükürüğümü yutmakta zorlanıyorum, genzime kaçırıp, midemdem yükselen bir öksürük nöbetine tutuluyorum bu sefer de.
İnsanları gözlemlemek değil miydi asıl amacım? Yalanımı seveyim! Her şeyi unutuyorum gerçekten de, onların gelip geçişlerine dikkatimi verince. Ne açlığım, ne kan ter içinde kalmışlığım, ne de kaşıntılarım… Aynı kişilerin hep aynı aralıklarla vitrinin önünden bir aşağı bir yukarı geçtiklerini farketmemle hepsi de uçup gidiyor. ‘Tavukların pişmesini bekliyor bunlar’. Kedi gibi dükkânın önünde beklemeyi kendilerine yediremediklerinden bir aşağı bir yukarı gezinip duruyorlar. Fazlaca uzaklaşmayı da göze alamıyorlar ama. Tavuklar kızardıkça, geçiş süreleri de kısalıyor.
Tavukçunun, dükkânın içinden camekânın kapağını açıp tavuklara doğru hamle yapmasıyla, nereden çıktıklarını, hangi ara geldiklerini hâlâ çözemediğim on kadar kişi beliriveriyor dükkânın önünde. Yerden biter gibi… Tavukçu elindeki çatallı şişi batıra çıkara pişip pişmediklerini kontrol ediyor. Kafasını uzatıp, “maalesef” diyor muzaffer bir edayla dışarıda toplaşmış kalabalığa. “Daha ister. En az on beş dakikası var.”
Neden mi muzaffer bir edayla söylüyor bunları? Bilmem. Hiç anlayamamışımdır zaten satıcıların, dükkânlarında bulunmayan bir şeyler istediğinizde mesela, engelleyemedikleri o muzaffer sırıtışla “maalesef” demelerinin sebebini.
Neyse! Ne diyordum? Dağılıveriyorlar. Fazla uzaklaşmıyorlar ama. Eskisi gibi dükkânın önünde bir aşağı bir yukarı yürümüyorlar da artık. Sağa sola sotalanıyorlar. Bankamatik önünde bekler gibi ya da yakınlardaki dükkânların vitrinlerine bakar gibi yapıyorlar ama gözleri tavukçu vitrininde. Asıl bu halleriyle mama dağıtılmasını bekleyen kedilere benziyorlar.
Tavukların şişlerden sıyrılıp üst üste yığılmasıyla koşturup kuyruk oluşturdular. En sona kalan benimmiş. Sırasını bekleyen adama, “maalesef kalmadı” diyor sırıtarak tavukçu. Camekânın ardındaki sona kalmış tavuğu işaret edip soran gözlerle bakıyor adam. Tavukçu kaşıyla gözüyle beni işaret edip, “abime ayırdık onu” diyor. Kimliğimi açık edecek gibi olduğunu hissediyorum kurnaz kurnaz bir bana bir adama bakmasından, kaşımla gözümle yapmamasını işaret ediyorum tavuk kostümü içinden anlaşılabilirmişim gibi…Tavukçu, neyse daha da bir şey söylemeden dükkâna giriyor, benim tavuğu çekip alıyor. “Sofran birazdan hazır abim”, diye sesleniyor içerden.
Dükkâna kimselerin girip çıktığı yok neyse ki. Herkes paket servis peşinde. Tavukçunun buyur etmesiyle dalıyorum dükkâna. Aman nasıl da şık bir sofra hazırlamış. Salatası, turşusu, pilavı, patatesi, meşrubatı… Tabii tam ortada nar gibi kızarmış bütün tavuğum. Çiçek bile yerleştirmiş masaya. Kafayı, kanat uçlarını nasıl fora ettim de gömüldüm tavuğa… Bir önceki günün öğleninden beri doğru düzgün bir şey yememişim ne de olsa.
Neyse işte, şöyledir böyledir, derken devirmişim koca günü. Akşama doğru, dağıtacak ilan da kalmayınca, girdim depoya üstümü değiştirdim, geçtim kasaya paramı almayı bekliyorum. Tavukçu depoya girdi, elinde bir poşetle çıktı geldi. Poşeti bir kenara bıraktı, kasayı açtı, birkaç kâğıt parayı derleyip düzleştirip elime tutuşturdu. Avucumu açtım baktım. “Ne bu?”, diyebilmişim. Öylesine cüzi bir para. “E işte ajansla anlaştığımız para”, dedi poşeti elime tutuştururken. “Kostüm parasını da düşünce tabii… Kusura bakma abim. Kostümü ilan dağıtacak arkadaş için aldık. Bizim işimize yaramaz artık…”
Şaşkınlıktan mıdır, öfkeden midir, gururdan mıdır, nedendir çözemedim hâlâ, kostümü orada bırakmadım da, sıkıştırdım koltuğumun altına, çıktım gittim dükkândan.
- Motor ehliyetin var mıydı abim?, diye seslendi arkamdan.
Evlere, iş yerlerine motorla servis çektirecek daha… Hesapta.
Ertesi gün sosyal medya, fotoğraflarımla, videolarımla çalkalanıyordu. Üzerimde tüylü tavuk kostümü, tavuğun butunu vahşiler gibi sıyırırken gizlice videolarımı çekmiş lavuk. Yetinmemiş, ilan dağıtırkenki fotoğraflarımı da eklemiş, kostümlerden detaylar alıp büyütmüş hatta, tavuğu yiyenle, ilanı dağıtanın aynı kişi olduğu ispatlansın diye.
Bir daha gitmedim o dükkâna. Gidenler, fotoğraflarımın büyütülmüş, çerçevelenmiş halde, hâlâ dükkânın duvarlarında asılı olduğunu söylüyorlar. “Hadi o zamanlar avukata verecek paran yokmuş. Şimdi ne duruyorsun daha?”, diye soracak oluyorlar, “insanın her halinin bir yeri vardır şu hayatta” diye cevap veriyorum. “O halimle de orada duracağım elbette. Başka nerede duracaktım?”
Arada sırada tavuk kostümümü de geçiriyorum üstüme, gönlümce geziniyorum Beyoğlu sokaklarında. Sonunda görünmez oluyor… muşum da, daha ne istermişim de, falanmış da filanmış…
Hepsi yalan, şu doğru: Gidip görmesem de biliyorum ya fotoğraflarımın dükkânda asılı durduğunu… Bilmesem zamanla geçerdi belki hıncım, unuturdum. Tavuk kostümümü giyip geziniyorsam da… O günü unutmamak içindir. Doğrusu bu! Kendime unutturmamalıyım o günü.
Hele ki o tavukçu lavuğu!