Önceki yazımda, terör örgütlerinin eylemleri ile örgütlenme, ifade ve gösteri hak ve özgürlükleri gibi, her demokratik ülkede geçerli olan (olması gereken) hak ve özgürlük alanları arasında bir gri bölgenin oluştuğunu; terörle mücadelede bu bölgeye dikkat edilmesi gerektiğini ifade etmeye çalışmıştım.
Yine bu “demokrasilerde vazgeçilmez haklar”la ilgili sorunların en azından bir kısmının Hukuk Felsefesinin alanına girdiğini; bu alanda incelenip önlemler araştırılmasının gereğini vurgulamıştım.
Bu yazı ise, IŞİD, PKK ve DHKP-C gibi birbiriyle görece farklılıklar taşıyan üç ayrı örgüt üzerinden giderek, hukuk felsefesinden istihbari faaliyetlere kadar bir çok farklı alanda neler yapılabileceğini, yapılan bazı şeylerin de neden yapılmaması gerektiğini, yazı alanının izin verdiği kadar ve tabii yüzeysel olarak inceleyecek.
Diğer ikisinden farklı olarak IŞİD’in legal alanı, milyonlarca Müslümanın oluşturduğu, çok geniş ve griden çok beyaz diye nitelenebilecek bir sosyo-kültürel havzaya yayılıyor.
Örgütün legal faaliyetlerinin, PKK ve DHKP-C gibi şüphe çekecek, izlemeye alınabilecek türden olanları çok az.
IŞİD’a karşı alınabilecek önlemlerin tümü, geniş bir ıskalada yayılan terörle mücadele yöntemlerinin tabanı ve tavanında yer alıyor.
Bunlar, elbette ki tabanda örgüte sızma, tavanda ise elektronik olanlar da dahil tüm izleme ve önleme önlemlerinin maksimumda kullanılması, yeteneklerinin arttırılması üzerine kurulu.
Avrupa’nın illegaliteye itilmiş gettolarında biriken öfkeden, asırlık kronikleşmiş sorunlarında kanını akıtan Ortadoğu’nun birbirine düşürülmüş halklarının isyanına kadar, oradan da Afrika’nın yüzlerce yıllık beyaz sömürü ve aşağılama karşısında dünyadan ümidini kesmiş insanlarının yıkıcı kinine kadar çok çerşitli kaynak ve ortamlardan beslenen; “İslami Terör” gibi tartışmalı bir başlıkla anılıp, IŞİD örneği üzerinden anlatılan bu terör türünde, hiç yapılmayan ama denenmesi gereken bir diğer yöntem de örgütlerle direkt ilişki kurmak. Elbette burada önerilen ilişki, açık ve resmi odaklarca değil, resmi de olsa ancak istihbarat alanındaki odakların kuracağı türden bir ilişki olabilir.
En başta “bakalım örgütler ilişki kurmak istiyorlar mı?” beklenen itirazıyla karşılanacak olsa da, bu önerinin uygulanabilirliği olduğuna dair ipucunun, IŞİD’ın tam adının açılımında saklı olduğunu belirtelim: “Irak Şam İslam Devleti.”
(Örgüt bir süredir sadece İD yani İslam Devleti ismini kullanıyor. Batı’da çabucak kabul gören bu isme karşılık İslam coğrafyasında buna haklı bir defans var ve bilindiği gibi DAEŞ, DAİŞ veya DEAŞ vb isimler geçerli kabul ediliyor.)
PKK’ya gelindiğinde ise, üzerine yazılmış kütüphaneler dolusu bilgi içinde boğulmadan, birkaç noktaya kısaca değinip geçmek en doğrusu olacak.
Öncelikle ne Brüksel’deki çadırın ve ne de Diyarbakır Nevruzunda sahneye çizilmiş silahların, artık bu örgütle mücadelede dikkate alınması anlamlı değil.
Bunlar ve benzerlerine harcanacak enerjinin hiçbir geri kazanımı yok.
Keza bir aklî ve ahlâkî çöküş abidesi olan ve tam da bu özelliğiyle karşıya yöneltilebilecek bir silah iken, 1128 imzalı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine karşı, hiç gerek yokken gözaltılar, tutuklamalar ve görevden uzaklaştırılmalarla yapılan ve bildirinin ilk, zayıf etkisi katlamaktan başka bir şeye yaramayan işler de, “yapılmaması gerekenler”e örnek.
Oldukça karanlık kuruluşundan, 90’lı yıllardaki faşizan anti-terör uygulamaları sonrası kitleselleşmesine kadar geçen zamanın sonunda PKK’nın, özellikle de Barış Süreci öncesinde bir terör örgütü olup olmadığı tartışılıyordu.
Geçmiş iktidarların yanlış uygulamalarının yükünü sırtında taşıyan AK Parti iktidarı, başlangıcı 2002’den günümüze uzanan 14 yılda bu yükü ve kaynağındaki tüm inkâr, imha ve asimilasyon süreçlerini bitirip, bir de üzerine bölgenin kalkınmasına ağırlık vermek suretiyle, hem kendini ve hem de devleti seksen küsur yıllık bagajından hemen hemen kurtardı.
Buna karşılık PKK, muhtemelen Suriye kaosunda belirsiz bir gelecek arayışının peşine düşüp, varoluşunu haklılık alanına taşıyan tüm “kazanım”larına ihanetle yeni ve anlamsız bir savaşa yuvarlandı.
Artık Türkiye içindeki varlığıyla PKK’nın “terör örgütü olup olmadığı” tartışmasını geride bıraktığımız bu günlerde, örgütün elinde veya etki alanında halen kazanılması gereken bir kitle var.
PKK’nın bu kitle üzerinden legal alanda gösterdiği varlığı — örgütün silâhlı unsurlarıyla sürdürülen son savaşın devletin ezici zaferiyle sonuçlanacağının belli olduğu bu günlerde — giderek daha çok göze batıyor ve tepkiler yükseliyor.
Oysa o alan, hem PKK’nın kalan kitlesinin geri kazanılması, hem de örgütün izlenmesi için, yine örgütün kendi içine açtığı kullanışlı bir pencere olma özelliği taşımakta.
Tam da bu alanda örgütün legal bacağı, dezenformasyon ve propaganda aracı olmaktan öte anlamı kalmamış HDP’nin de engellenmesi değil, hızla ilerlediği ve düştükten sonra içinden çıkmasının mümkün olmadığı o siyasi-zahiri çukura varana kadar yolunun açılması gerekli.
Elbette bu tavsiye, örneğin dokunulmazlıkların kaldırılmaması anlamına gelmiyor. Çünkü bir taraftan da o çukurun kazılması lâzım.
Ve yine aynı hareketin, HDP’nin içinde de, tıpkı PKK’da olduğu gibi, bu kaçınılmaz gidişattan kurtulması/kurtarılması gerekenler var.
Henüz erkenmiş gibi görünse de, onlara da alan açılması, el uzatılması belli ki gerekecek ve bu, bölge halklarının, Türkiye’nin geleceği için de asli önemde.
DHKP-C ise, hem IŞİD ve hem de PKK’dan farklı, geçmiş çağın kalıntısı, siyaseten arkaik bir havzadan besleniyor; önceki yazıda da belirtildiği gibi, bir “alt-kültür” özelliği taşıyor.
Bunalımlı dönemlerinin isyankâr duyguları içinde bocalayanlardan başlayıp, belli mahallelerin ve oradaki koşulların sömürüsüne dayalı örgütlenmenin emrinde, Soğuk Savaştan kalan edebi ve estetik bir yığınağın bitmez tükenmez kaynakları var.
Farkettirmeden nihilizmin en dibine çektiklerine, bayat analizlerden süzülmüş sahte umutlarla, olmayan düşmanlar uydurarak oluşturduğu bir dünyada, fedai eylemlerini kutsayan müritler ve vaizler olarak örgütlenirken oluşturduğu, aslında seküler bir inanç sistemi, bir dogmalar kültü.
(DHKP-C, önceden bu köşede yazılan şu iki yazıda incelenmişti: https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/bu-nasil-terorle-mucadele-669294 ve https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/bu-nasil-terorle-mucadele-2-670497.)
DHKP-C için alınacak önlemlerin en radikal ve sonuç verici olanının, örgütün bu alt-kültürü yaşattığı habitatların dağıtılması, tümüyle ve tabii koşullarıyla birlikte seçerek örgütlendiği mahallelerin ortadan kaldırılması olduğu belli; üstelik Kentsel Dönüşüm de bu olanağı sağlıyor.
Üç örgüt ve özellikleri üzerinden giden yolların kesişip tek bir hatta birleştiği noktada alınacak önlemler için ise, suç sonrası ceza sürecinin bir parçası olan “denetimli serbestlik” uygulamasının, muhtemel suç öncesine çekilme önerisi tartışılabilir — ki işte bu, Hukuk Felsefesi alanına giriyor.
Bundan öte, önceden hedef alınmayan alanlara da açılacağı tahmin edilen terör saldırılarının önlenmesi için, uluslararası işbirliğinin geliştirilmesi ve karşılıklı hassasiyetlere uyulması sürecinin, Brüksel saldırıları sonrasında kaçınılmazlığı apaçık ortada.
Terör demokrasiye saldırıyor ve demokrasi de kendini, kendinden başka bir şeye dönüşmeden korumanın yolunu bulabilmeli.
Ve bunu, şimdiye kadar çoğunlukla görmezden geldiği, hattâ işine yarar bulduğunda el altından beslediği asıl kaynakları kurutmadan — dünya ölçeğindeki adaletsizlikler, eşitsizlikler ve yoksulluklardan kurtulmadan — yüzde yüz başaramayacağını da bilmek zorunda.