Murathan Mungan yazmıştı sözlerini, Müslüm Gürses çok güzel söylemişti: “Aşk tesadüfleri sever”. Bu sözlerin güzel anlamını görüyorum ve artırıyorum, sadece aşk değil, hayat tesadüfleri sever, hatta tesadüfler olmasa hayat başka bir şey olur.
Bir aralar çok yaygındı, siz de bilirsiniz, normal bir kutlama kalmamıştı. Her türlü doğumgünü, yıldönümü vs hiç kimseye sürpriz olmayan “sürpriz partiler” ile kutlanırdı. Ve sanki sürpriz partiler daha sıkıcı olurdu. Çünkü bir de şaşırmak zorundasınız. Şaşırmadan sevinmek ve neşelenmek de yasaklanmıştı bir bakıma. Üstelik bir de sürpriz partinin yeterince sürpriz olabilmesi için, ilkokuldaki öğretmeniniz ya da eş değeri biri, 30 yıldır görmediğiniz ve zaten görmek gibi bir derdinizin olmadığı arkadaşlarınız, hayatınızdan geçmiş gitmiş ama hiç iz bırakmamış insanlar da zar zor bulunup getirilirdi bir yerlerden. Gelin de sevinin şimdi 50 yaşına giriyorsunuz diye. O kadar yıl geçmiş, kime ne anlatacaksınız? İlgilenmeseniz olmaz. İlgilenseniz, bir dolu acayip hezeyan dinleyeceksiniz. Ne de olsa, onca yıl, herkesi başka bir yola sürüklemiş. Onların “gerçek”leri artık size hezeyan olarak görünüyor. Velhasılı, çevredeki insan sayısının çokluğu size bir şey ifade etmiyorsa, olası şaşırma nidalarını inandırıcı bulmuyorsanız, büyük bir kabustur sürpriz toplantılar.
Halbuki tesadüf, tasarlanmamış bir sürprizdir. “Sürpriz de tasarlanmaz” diyorsanız, modern ve yalnız olamayan zamanlarımızda, sürprizin anlamındaki bu değişimi bilmiyor olabilirsiniz.
Sürpriz mutlaka büyük bir şaşırtma beklentisi içerir, tesadüfte şaşırmak mecbur değildir, tesadüfler sevinçle ama sakince karşılanabilir. Sürpriz az çok kalabalıklara, karışıklığa denk gelir. Tesadüf sessizdir, çok fazla insan içermez. İki insan tesadüf eder çoğunlukla, olmadı bir kaç kişi daha ekleyebiliriz. Aramaksızın bulmak, rast gelmek, çakışmak, buluşmak. Sözlükte de kendini açıkça anlatıyor tesadüf kelimesi.
Almodovar’ın son filmini izlerken, melodramları çok sevmemin en önemli nedeninin tesadüfler olduğunu düşündüm. Tesadüfler üzerinden akıp giden hikayelerin güzelliğine daha aşinayız sanki. Ne de olsa Yeşilçam’ın melodramlarıyla büyüdük, “yok artık” dediğimiz kadar ısındık o hikayelere.
Film hakkında birkaç söz etmek gerekirse: Banderas, her türlü detayda şahane oynuyor, yönetmen Almodovar’a dair bol otobiyografik unsur taşıyan Banderas’ın canlandırdığı Salvador Mallo karakteri, hepimizin, özellikle de artık “orta yaş” dediğimiz yaşlardaki insanların birbirine ne kadar benzediğini gösteriyor. Hayatın ilerleyen dönemlerinde herhangi bir “arzu nesnesi” kalmayanlar, hayatları geçmişten getirdikleri renklerle dolu olsa bile, doğal olarak fiziken çöküyorlar. (Allah’tan onları toparlayacak olan tesadüfler var.) Salvador’un çocukluğundaki annesi rolündeki Penelope Cruz ve ilerleyen yaşlarındaki annesi rolündeki Julieta Serrano, çok incecik bir “anne gibi anne” durumunu çok iyi canlandırıyorlar. “Eski sevgili” kontenjanından filme giren Leonardo Sbaraglia’nın gülüşü için ise, ayrı bir film daha yapılır, öyle bir oyuncu, öyle bir gülüş! Bunlara ek olarak, Almodovar mekanları/renkleri filmin başrol oyuncuları gibi kullanıyor. Ayrıca film hakkında orada burada okuyabileceğiniz diğer klişeleri de bu notlara ekleyebilirsiniz. Her klişe gibi onlar da çok doğrular. Ama bana göre, filmin en güzel yanı, içerdiği melodramatik hikayeler. Bu hikayelerin en güzel yanı da içerdikleri tesadüfler ve tesadüflerin sonucunda hayatın hep biraz daha iyiye gitmesi.
Filmin başında, yönetmen Salvador eski bir oyuncu olan arkadaşıyla karşılaşıyor. Tabii ki hoş bir tesadüf. 32 yıl önce çektiği filmden bahsediyorlar. Yönetmen, bu eski filminin ona artık daha ilginç ve değişmiş geldiğini söylüyor. Arkadaşı da, makul bir cevap veriyor: “Film değil, senin filme bakış açın değişti.” Zaman gerçekten çok şeyi değiştiriyor, ama en çok bakış açımızı.
Zamanla, eski kahramanlar gözümüzün önünde zavallı insanlara dönüşüyor. Esas olanın “ben kahramanım” diye bağıranlar olmadığını, sıradan insanların oynadıkları rollerin hayatlarımızdaki önemini anlıyoruz. Bir de detayların ne kadar rengarenk olduğunu, renklerin nasıl da birbirine karıştığını…
Bazı insanlar öyle olur, herhangi bir şeye uzaktan bakarlar ve “en önemli kısmını” ön plana çıkarıp, hikayeyi/durumu derli toplu anlatıverirler. Beş cümlede meram anlatılmıştır. Biraz tatsız tuzsuz olsa bile, insanı ferahlatan bir kesinliğe sahiptirler. Kesinlik ferahlatır ama çok eksik bir ferahlamadan söz ettiğimizi, bilahare, hayat gösterir.
Halbuki başka bir grup insan olarak biz, bir konudan bahsederken detaylara takılıp kalırız. Herhangi bir durumdan bahsedilecekse, her yönüyle, bütünüyle, o ıncık cıncık detaylarıyla anlatılmalıdır. Hemen hemen her şey önemlidir hikayede. Öyle ya, başta söylenen bir “önemsiz” bir söz, sonradan görülen “önemli” bir durumun sebebi olabilir. O sözden bahsedilmezse, hayatın o kısmı tam olarak anlaşılmaz. Yani, Devlet Bahçeli’nin tweet’lerine benzeyecek ama, ana yolların, küçük sokaklara bir üstünlüğü yoktur, çıkmaz sokaklar çok yerlere çıkar, her köşe başı canlı renklerle doludur, o köşe başlarında bizi tesadüfler sabırla beklerler!!!
Almodovar’ın filmi de, detay takibi için bir bulmaca gibi eğlenceli. Örneğin Salvador’un çocukken yaşadığı fakir “mağara” evin sokak kapısının önüne muhtemelen böcü börtü girmesin diye konulmuş rengarenk ipler ile ünlü bir yönetmen olduktan sonraki hoş ve heyecanlı evindeki perdeler aynı hayatın başka yüzleri gibiydiler.
Detayların öneminden bahsetmişken, şu beni rahatsız eden “önemli” detaydan da bahsetmem gerekiyor: Film Türkiye’de “Acı ve Zafer” diye vizyona girdi. İspanyolca orijinal adı “Dolor y Gloria”. Dolor karşılığı olarak “Acı” olabilir. Ama Gloria’nın “Zafer” olarak çevrilmesi hem yanlış görünüyor bana, hem de “hiç olmamış”. Belki “İhtişam”, belki de “Güzellik”. “Zafer” kelimesi etimolojik olarak fiziki bir üstün olma haline denk geliyor ve fazlasıyla militer bir çağrışımı var, ama Gloria kendiliğinden bir durum, ayrıca bir yenme haline işaret etmiyor.
O zaman, artık içim rahat olarak “Acı ve İhtişam” diyebileceğim, bu şahane tesadüfler ve ince detaylarla dolu melodramı tavsiye ederek bitireyim yazıyı. Film şimdiden önemli ödüller almaya başlamış. Melodram sevenler, melodramların hayata benzediğini düşünenler ya da hayatlarını melodram gibi yaşamak isteyenler olarak yalnız olmadığımıza da ayrıca sevinebiliriz. Ne de olsa, Almodovar’ın filmleri iyi iş yapıyor ve ödül üzerine ödül kazanmaya devam edecek gibi görünüyor.