Ana SayfaYazarlarTreitschke’nin dünyası: liberalizmden milliyetçiliğe ve millî devrimlere

Treitschke’nin dünyası: liberalizmden milliyetçiliğe ve millî devrimlere

 

[1-2 Aralık 2018] Tarihçiler için, her şeyin her zaman bir evveliyatı ve arka planı vardır. Harvard’ın ünlü (şimdi emekli) Ortaçağ uzmanı Thomas Bisson’ın bir zamanlar dediği gibi, “tarihte devamlılığa karşı kolay kolay bahse girilmez.” Bir şey mutlaka önceki bazı şeylerin içinden çıkar. Doğar, büyür, gelişir. Nice birikimlerin ürünü olarak sahnedeki yerini alır.

 

Önceki yazımda, Carl Schmitt’in de gökten zenbille inmediğini söylemeye çalışmıştım yer yer. 1870’te kurulan Alman İmparatorluğu 1918’de sona ererken, “(a) güçlü devlet fikrine biat ve (b) demokrasinin işlemezliği önyargısı”yla meşbu bütün bir Prusya aristokrasisi, bürokrasisi ve jüristokrasisinin, ideo-politik tavrını zerrece değiştirmeksizin Weimar Cumhuriyeti’ne intikal ettiğinden söz etmiştim. Yargıya, orduya, polise hep bunlar hâkimdi. Başta (Münih Birahane Darbesi bağlamında) Hitler olmak üzere, sola ve liberallere karşı Nazizmi bunlar kollayıp kayırdı. Hindenburg’un simgelediği Eski Muhafazakârlar, bu pleb, sokak çocuğu “onbaşı”yı kullanır ve sonra çöpe atarız sandılar,  ama bedelini çok pahalı ödediler. Schmitt’i de, “devletin üstün iradesi ve yüce projeleri karşısında bireyi alabildiğine küçük ve zavallı gören milliyetçi-devletçi Junkers geleneği” içinde bir yere oturtmuştum. Politikayı devlet ile özdeşleştirmesi ve devleti de “öteki” veya “düşman” etrafında örmesi, “devletin özü ve esas amacını ‘savaş’ olarak tanımlayan Heinrich von Treitschke gibi 19. yüzyıl devletçi-milliyetçilerinin izinden gittiğini gösteriyor” demiş — ve Treitschke’yi “gelecek yazımda” ele alacağımı vaat etmiştim.

 

Peki, kimdi bu Heinrich Gotthard von Treitschke (1834-1896)? Nasıl bir ortamın — Avrupa’nın ve dünyanın ürünüydü?

 

1789 ve sonrasındaki 19. yüzyıl devrimlerinde, hep bir “liberal” ve sonra “millî” aşama gözlenir. Birçoğu özgürlükçülükle yola çıktı, ama özellikle “dış” sıkıştırma ve meydan okumalar karşısında giderek otoriterleşti. Fransız İhtilâli’nde bu dönüm noktası daha 1791-1792’de, kaçıp Viyana’ya sığınmış mülteci aristokrat ordularının (Armée des Emigrés) sınıra dayanmasıyla çıkageldi. 27 Ağustos 1791’deki Pillnitz Deklarasyonu, Fransa’yı monarşinin restorasyonu tehdidiyle yüzyüze bıraktı. Karşılığında, Jakobenler iktidara geçti ve olağanüstü koşullar gerekçesiyle Kamu Selâmeti Komitesi’ni, yani ilk açık, belirtik, teorisi Robespierre ve Saint-Just tarafından oluşturulan “devrimci yönetim [= diktatörlük]”  enstrümanını kurdu. Başardılar — kan pahasına. Korkunç bir disiplin empoze ettiler, millî savunmayı yeniden örgütlediler ve (Eylül 1792 Valmy zaferinden başlayarak) uzun süre hep kazandılar. Madalyonun diğer yüzünde, 1793 Eylül başı ile 1794 Temmuz sonu arasındaki 11 ayda Terör binlerce masumun canını aldı. Sadece resmî idam kararları, yaklaşık 2700’ü Paris’te olmak üzere 16,000’i geçti ve giyotinde infaz edildi. Dahası, Robespierre devrildikten sonra dahi rejim bir daha “normal halk yönetimi”ne dönemedi. Tersine, Direktuar ile katılaştı ve ardından iyice askerîleşti. Napolyon yükseldi. 1796’da İtalya Ordusu başkomutanı, 1799’da Birinci Konsül, 1804’te İmparator oldu. 1804-1815 arasının tarihi Napolyon Savaşları’yla yazıldı.

 

Waterloo yenilgisinin ardından Viyana Kongresi’nin dayattığı muhafazakâr Restorasyona muhalefet, gene de uzun süre liberal-demokratik patlamaları besledi. Anti-monarşik ve anti-aristokratik devrim dalgalarının sonuncusu, 1848’de yükseldi. Yenildi ve yenilgisiyle bütün bir dönem kapanmış gibi oldu. Bundan sonra (a) Batı Avrupa’da devrim fikri hayli zayıfladı. Blanquistler, sosyalistler ve anarşistlerle sınırlandı. Liberalizm ana mecrası itibariyle devrim yerine parlamenter reformlar arayışına yöneldi. (b) Orta ve Güney Avrupa’da devrimin “liberal” programının yerini “millî” bir program aldı. Mevcut monarşi ve aristokrasilerin devrilmesi şöyle dursun, devrimin — yeni tip millî devrimlerin başına onlar geçti. Almanya denen dağınık, parçalanmış coğrafyada, “birlik” platformuyla önderliği Prusya krallığı ve (yukarıda sağda gördüğünüz) başbakanı Otto von Bismarck aldı. İtalya denen dağınık, parçalanmış coğrafyada, keza “birlik” platformuyla önderliği, çeşitli adlarıyla Savua-Sardunya veya Sardunya-Piyemonte veya kestirmeden Piyemonte Krallığı ile (yukarıda solda gördüğünüz) başbakanı Kont Cavour aldı. Her iki süreçte demokratlar yenik veya ikincil konuma düştü; şu veya bu şekilde kralcı-milliyetçi programa asimile edildi. En tipik olarak Garibaldi, hürriyet uğruna üç kıtada dövüştükten sonra İtalya’ya döndü ve 1859’dan itibaren cumhuriyetçiliği terketti; artık Mazzini’yle, Carbonari veya Genç İtalya ile değil, Cavour ve II. Victor Emmanuele’yle saf tuttu. Engels tarihin hep “iyi” tarafından değil, belki çoğu zaman “kötü” tarafından geliştiğini yazdı. İki alternatif vardı ve bizim istediğimiz olmadı dedi. Nitekim 1870’te Almanya’nın, 1871’de İtalya’nın birleşmesi, bu monarşik-aristokratik önderliklerle sağlandı.

 

Söz konusu dönüşüm, Heinrich von Treitschke’nin konumu, duruşu ve dünya görüşüne de damgasını vurdu. Sanayileşen Avrupa’nın yükseldiği ve hegemonik bir konuma eriştiği, belki en iyi ifadesini Jules Verne ve Rudyard Kipling’lerde bulan o çok iyimser bilim ve teknoloji yüzyılında, hep milliyetçi ve hep kolonyalistti; Britanya’ya karşı Almanya’nın kendi emperyalizmini bulmasından yanaydı. Öte yandan, hayatının ortalarına kadar bunları henüz liberalizmle bağdaştırabiliyordu, çünkü Alman birliğinin parlamenter bir yönetim altında gerçekleşmesinden yanaydı. Nitekim 1871’de dahi Reichstag’a önce Nasyonal Liberal partiden seçildi. Ama gelişme çizgisi hep daha az liberalizm ve daha çok milliyetçi-devletçilik yönünde oldu. O kadar Bismarckçı kesildi ki, 1879’da Nasyonal Liberalleri terkedip Ilımlı Muhafazakârlara katıldı. Öncesi ve sonrasında, yani 1860’lardan ölümüne kadar neredeyse kırk yıl boyunca, tarihçi ve siyasî düşünür olarak hep giderek otoriterleşen ve saldırganlaşan bir milliyetçiliğin savunucusu, teorisyeni, âdetâ simgesi oldu.  

 

(Bilmem, ayrıca belirtmeye gerek var mı? 20. yüzyıl boyunca Türk devrimleri de 1848 sonrasına benzer ve Almanya ile İtalya’yı hatırlatan bir yol izledi. Liberalizm ve/ya görece liberal aşamalar cılız, buna karşılık milliyetçilik ve/ya millî platformlar güçlü ve kalıcı oldu. Abdülhamid’e karşı Jön Türkler, 1913 öncesi ve sonrasında İttihatçılar, 1925 öncesi ve sonrasında Kemalistler, 1954 öncesi ve sonrasında Demokrat Parti, 1971 öncesi ve sonrasında Adalet Partisi… örneklerinde tekrar tekrar görüldüğü gibi, çeşitli ideolojik akımlar nisbeten özgürlükçü konumlardan yola çıksa da, reel veya hayalî tehdit algıları dahil çeşitli baskı ve basınçlar karşısında giderek otoriterleşti ve devletçileşti, hattâ doğrudan devlet ve derin devlet oldu. Dolayısıyla Treitschke’nin fikirleri — veya Treitschke tipi fikirler — savunucuları bu entellektüel miras ilişkisinin farkında olsun olmasın, Türkiye’de hep güçlü bir yankı buldu.) 

 

 

 

- Advertisment -