[1 Haziran 2016] Şimdiki zamanda yaşayan bizler geçmişe mutlak bir bağımlılık içinde değiliz. Öyle dersek de bu bir kurgu, bir uydurmadır, çünkü yaklaşım ve yorumlarımızla aslında biz geçmişi her seferinde yeniden var ederiz. Geçmişe dair sorularımızı hep bugünün içinde, bugünden hareketle sorarız. Yaşarız ve hayat önümüze habire yeni tecrübeler getirir. Bu da geçmişteki “benzer” veya “bağlantılı” olayları baştan düşünmemize yol açar. Onları artık her yönüyle bildiğimizi sanırken, daha önce görmediğimiz boyutlarının farkına varırız. Bu süreçte önceki bütün kanaat ve değer yargılarımız da altüst olabilir.
Çağımızda, örneğin, devrimle (ihtilâlle) doğmuş ve sosyalizmi uygulamış bir toplum olarak Sovyetler Birliği’nin giderek çürüyüp çökmesi, sosyalizmin de, devrimin (ihtilâlin) de eskisinden çok daha eleştirel bir şekilde ele alınmasını beraberinde getirdi. Türkiye’de ise darbelere ilişkin ikili bir gelişme yaşandı. Bir noktaya kadar, Marksistler dahil laik kesimin sevdiği ve sevmediği darbeler vardı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 rejimlerinden, kendi canlarını yaktığı için nefret ederlerdi de, 27 Mayıs 1960’ı “sol” diye ayrı bir yere koyarlar ve “öteki”lerin, öbür tarafın, DP’yi seven ve destekleyenlerin neler çektiğini zerrece düşünmezlerdi. Belki, belki değil mutlaka, aynı şey sağın sola bakışı açısından da geçerliydi (ve hâlâ da bir ölçüde geçerli), ama ben burada daha çok solun düşünsel hegemonya alanı üzerinde duruyorum.
Zamanla çeşitli gedikler açıldı, bu büyük tek-yanlılık ve duyarsızlıkta. Bir, özellikle 12 Eylül ve 12 Eylül’ün Atatürkçülüğü, ardından (28 Şubat 1997 dahil) 90’ların Türkiye’yi boğan ve yerinde saydıran, insanların ruhunu karartan vesayet rejimi, bizatihî Atatürkçülüğün ve aynı zamanda Atatürkçülüğe arka çıkan, dünya görüşü ve hayat anlayışı bakımından kendini ona yakın hisseden bir solculuğun tarihe bakışını sarstı ve salladı. Buna karşılık 1983-93 Özal dönemi Türkiye tarihinde her zaman çok zayıf kalan, ezilen ve horlanan liberalizme kısmen hayat üfledi, güç kazandırdı. Cumhuriyetin otoriter modernizmine ilişkin soru işaretleri çoğaldı. Bu bağlamda, bir zamanlar parlamenter demokrasiyi değersizleştirmek için kullanılan “cici demokrasi” (Doğan Avcıoğlu), “Filipinler demokrasisi” (Mihri Belli) ya da çok-partililiğe geçişin “karşı-devrim” demek olduğu (keza Avcıoğlu ve Mihri Belli) gibi deyim ve teoriler hükmünü yitirdi. Önce (a) Kemalist Devrim; sonra (b) onun kazanımlarını yokeden Demokrat Parti karşı-devrimi; sonra (c) DP’yi deviren ve dolayısıylas karşı-devrimi kısmen de olsa gerileten, dolayısıyla ilerici, devrimci bir nitelik taşıyan 1960 müdahalesi… Bu üçlü kurgunun çökmesi, 27 Mayıs’ın sol nezdindeki fikrî meşruiyet zemininin yıkılması anlamına geldi.
İkincisi, İslâmın ve İslâmcılığın aynı 90’lardan itibaren kamusal alana çıkma çabasında karşılaştığı (türban sorunu, ikna odaları, dışlanma, işe ve üniversitelere alınmamalar gibi) baskı ve haksızlıklar, sırf bir eşitlik ve demokrasi sorunu olarak solun belli kesimlerinde dahi “artık bu kadar da olmaz” diye özetlenebilecek tepkiler yarattı ve özellikle bazı laik kadın/feminist grupları ile Müslüman kadınlar arasında (sınırlı da olsa ve din karşıtı önyargıların tamamen üstesinden gelinemese de) dayanışma ilişkileri kurulmasına yol açtı. “Öteki”ni tanımak, “öteki”lerin hayatlarına bir pencere açılmasını beraberinde getirdi. Hayret, onlar da insanmış meğer! 2002 seçimlerinden sonra bu pencere giderek büyüdü ve genişledi, zira AK Parti liderliğinin şahsında dindarların kendileri özgüven kazandıkça daha fazla konuşup yazmaya ve ailelerini, kökenlerini, yaşadıklarını anlatmaya koyuldu. 27 Mayıs’ta sağcıların başına neler geldiği, tutuklanan DP’lilere neler yapıldığı, ailelerinin nasıl aşağılandığı ve hakaret gördüğü, darbeci subayların ne kadar küstah ve saldırgan davrandığı, eskisinden çok daha fazla okunur ve dinlenir, kulak verilir oldu. Yassıada duruşmalarının rezilliği, Türkiye’de 1920’lerin İstiklâl Mahkemeleri ve Sovyetler Birliği’nde Stalin terörünün Moskova duruşmaları ile aynı paranteze alındı.
Birbiriyle örtüşen ve kesişen bu gelişmeler, paradigmatik bir değişime yol açtı. Cumhuriyet tarihinin Kemalist-Marksist anlatımına rakip, “tarihin yönü” ilerlemeciliğinden kurtulduğu ölçüde daha realist ve dengeli anlatımlar belirdi. Darbenin iyisi-kötüsü diye bir şey olmadığı, yani hepsine karşı olmak gerektiği, bir asgarî demokratlık kabulüne dönüştü. Fakat hemen eklemek ihtiyacını duyuyorum: Solda uç veren bu darbe ve darbecilik sorgulaması, devrim ve devrimcilik kavramlarına uzanmadı. İkisi de demokratik siyasetin normalliğine karşı şiddete dayalı anormal siyaset biçimleri olarak sınıflanmadı. Tersine, katılım, halk desteği ve toplumsal dönüşümün derinliği gibi (tanımı zor, zira hayli sübjektif) ölçütler temelinde aradaki fark korunmak istendi. Devrim (ihtilâl) ideal olarak geniş kitlelere dayandığı, aşağıdan yukarı gerçekleştiği ve sosyal-siyasal yapıyı kökten değiştirdiği gerekçesiyle “iyi”; darbe ise haalk dışında, (ordu gibi) bazı devlet kurumlarınca yukarıdan aşağı gerçekleştiği, çoğunluğun değil azınlığın işi olduğu ve olsa olsa sathî, kısa süreli bir rejim değişikliğine yol açtığı için “münhasıran kötü” sayılmaya devam etti. Ama benim sakat bulduğum bu devrimseverlik ya da devrim korumacılığı dahi, 27 Mayıs’ı kurtarmaya yetmedi. Bir zamanların “akdevrim”i olmaktan çıktı; katıksız darbe torbasına girdi.
Bütün bunları, geçmişe ilişkin yorumların elbette sürekli değişeceğini ve hem senkronik, hem diyakronik farklılıklar göstereceğini bir kere daha vurgulamak için yazdım. Ama yorumlar başka; olgular başka. Üç ayrı tarihçi, aynı olgular öbeği etrafında, belirli sınırlar içinde de olsa üç ayrı yorum üretebilir. Ancak söz konusu olguların (verilerin, kanıtların, kayıtların, birincil kaynakların) kendileriyle oynamaya kalkamaz. Kalkarsa, (Torosyan olayında da görüldüğü gibi) artık o tarihçilik değil tahrifat veya sahtecilik sayılmak gerekir.
Nitekim benim 27 Mayıs 2016 Cuma akşamı 22-24 arası aHaber’de gösterilen “Başvekil Adnan Menderes” belgeseline yönelik eleştirilerim de olgularla desteklenmiş yorum bazında bir eleştiri değil. Tamamen hayalî yorumlara destek sağlamak için doğrudan doğruya olguların çarpıtılmasıyla; güncel siyaset açısından tarihe başvurmak, tarihten ders çıkarmaya çalışmakla değil, güncel siyaset uğruna tarihin kötüye kullanılması, istismar ve suistimal edilmesiyle ilgili.
Devam edeceğim.