Her çatışma üzücüdür. Zira insan kaybına ve maddî tahribata sebep olur. Ne yazık ki çatışmalar insan hayatının bir gerçeği. Bu yüzden, mutlak çatışmasızlıktan dem vurmak yerine şiddet kullanımının meşruluğu üzerinde düşünmek daha doğru olur. Bana göre tek meşru şiddet, meşru müdafaa için kullanılan şiddettir. Lâkin bu ilke her somut sorunu kolayca anlamamıza ve tahlil etmemize yetmiyor. Dünya çok karmaşık. Bireyler arasındaki çatışmaların yanısıra, gruplar arasındaki çatışmalar da bazen çözümlenmesi zor problemler sunuyor. Son zamanların büyüyen belâsı terörle mücadelede şiddetin nerede, nasıl haklı ve meşru olarak kullanılabileceği meselesi de alabildiğine çetrefil bir sorun.
Herhangi bir kimsenin veya grubun meşru şiddet ile meşru olmayan şiddet arasında ayrım yapıp yapamadığı, ilkeli bir duruş sergileyip sergileyemediği, zor zamanlarda belli olur. Başka bir deyişle, kriz anlarında şiddete ilişkin fikirler ve tavırlar da test edilir. Türkiye herkes için özellikle son dört beş yıldır daimî bir test ortamı teşkil ediyor. Son test Türkiye’nin Afrin’de yürüttüğü askerî operasyonla ortaya çıktı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Özgür Suriye Ordusu ile birlikte Afrin’de PKK/PYD’ye karşı kapsamlı bir harekâta başlamasına, bir veya birkaç günde, hattâ birkaç haftada bile gelinmedi. Aylara ve yıllara yayılan bir süreç sonunda bu noktaya ulaşıldı. Bunun hikâyesini özetleyelim.
Güvenilir bir ülke olmaktan iyice uzaklaşan ABD, iç savaşa düşen Suriye’de nasıl ortaya çıktığı ve nasıl ortadan kaybolduğu bir muamma olan DAEŞ adlı terörist örgütle mücadele adına, PKK’nın Suriye uzantısı PYD’ye ortak oldu ve onun silahlı gücü YPG’yi görülmemiş biçimde silâhlandırdı. Türkiye bunun yanlış olduğunu hem açıkça, hem diplomatik ortamlarda, mümkün olan her yolla ve tonla söyledi. ABD’yi bundan vazgeçmeye davet etti. Stratejik ortaklığa, NATO müttefikliğine işaret ederek yapılanın yanlış olduğunu belirtti. ABD söylenenleri dinlemedi. Birbiriyle uzlaşmaz görüşler açıkladı. Sözler verdi, yerine getirmedi. PYD’nin Fırat’ın batısına geçmesine izin verilmemesi talebine evet dedi ama bunu önlemedi. PYD’nin Münbiç’ten çekilmesi talebine de evet, çekilecekler dedi ama çekilme gerçekleşmedi. En sonunda DAEŞ tehlikesi artık hemen tamamen bitmiş olmasına rağmen, yarı yarıya YPG unsurlarından oluşacak 30 bin kişilik bir ordu kurup Suriye’nin Türkiye ve Irak sınır boylarına yerleştireceğini beyan etti. On yıllardır PKK terörüyle boğuşan, YPG’ye verilen desteğin PKK’ya destek anlamına geldiğini yaşayarak gören Türkiye’nin buna itiraz etmesi kaçınılmazdı. İtirazlar en üst perdeden dile getirildi. Sonuç çıkmadığını gören Türkiye, Afrin’e operasyon yaparak alanı YPG’lilerden temizleyeceğini birçok defa açıkça ilân etti. Hattâ tarih verdi. Buna rağmen ABD herhangi bir adım atmadı; ABD’ye (ve Rusya’ya) güvenen YPG de Afrin’deki işgali sona erdirmedi. Sonunda operasyon başladı.
Bu operasyonun amacı ve özellikleri nasıl tarif edilebilir?
Her şeyden önce bu bir savaş değil. Savaş olması için iki egemen ülkenin birbirine girmesi lâzım. Savaş olduğunu söylemek, Türkiye Cumhuriyeti ile bir terör örgütü olan PKK/PYD’yi eşit meşruiyete sahip görmek anlamına gelir. Burada söz konusu olan, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanması ve kendisine saldıran terör örgütünü sınırlarının ötesindeki yuvalarında etkisiz hale getirmeye çalışmasıdır. Uluslararası hukuk ve BM kararları buna izin veriyor. Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin El Kaide ile mücadele adına Afganistan’da operasyon yapmaya hakkı vars,a Türkiye’nin Suriye’de operasyon yapmaya haydi haydi hakkı var demektir.
Bu operasyon Türk halkı ile Kürt halkı arasında bir savaş veya çatışma olarak da sunulamaz. Türkiye’nin meşru güvenlik güçleri ve uluslararası hukuka bağlılığı Türkiye’nin garantisinde olan ÖSO birlikleri, YPG adı altında toplanmış gayrimeşru ve hukuk dışı bir yapılanmaya son vermeye çalışıyor.
Bu, Türkiye’nin toprak işgal veya ilhak etme atağı da değil. Nitekim Türkiye defalarca Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstereceğini açıkladı. Bu taahhüdüne sadık kalacağının en iyi göstergesi, Fırat Kalkanı harekâtından sonra bölgenin aldığı şekildir. Bu sayede o toprakların yerli halkının bir kısmı ülkesine geri dönebildi ve hayatını tekrar kurmaya başladı. Asıl işgalci PKK/PYD/YPG’dir. Suriye nüfusunun yüzde 10’dan azını teşkil eden Kürt nüfus adına hareket ettiğini ileri süren (ama aslında öyle olmayan) YPG, Suriye’nin yaklaşık yüzde 25’inde egemen. Bu toprakların önemli bir bölümü Kürt nüfusun ya hiç olmadığı ya da çok az olduğu yerler. Mesela Münbiç Arap toprağı. Rakka da öyle. Ama buralarda YPG tam bir tahakküm kurmaya çalışıyor.
Türkiye bölgede etnik temizlik yapmak için de bulunmuyor. Gerek Suriye’de, gerekse Irak’ta canını kurtarma derdine düşen pek çok Kürde Türkiye sığınak oldu. PKK/PYD ise işgal ettiği yerlerde etnik temizlik yaptı. Türkmenleri, Arapları ve diğer daha küçük grupları sürüp attı. Bununla kalmadı; ideolojik temizliğe de girişti. İdeolojik ortaklığı olmayan Kürtleri sürdü, öldürdü, hapse attı, örgütlerini dağıttı, muhalefet yapmalarına izin vermedi.
Türkiye solcularının en azılıları PKK’yı ve uzantılarını “çevreci çiçek çocukları” gibi sunmaya çalışsa da, bu örgütün başını çekenlerin 1960 model sosyalizm ile yetiştiği ve dünyaya hâlâ öyle baktığı, hareket kalıplarının da böyle şekillendiği açık bir gerçek. Totaliter zihniyetli PKK/PYD işgal ettiği yerlerde nüfus ve tapu kayıtlarını da yok etti. Böylece yarattığı fiilî durumun geri dönülmezliğinin altyapısını hazırlamaya çalıştı. Bu tesbite bazıları şöyle bir eleştiri getiriyor: “Daha önce Suriye devleti bir Araplaştırma politikası izledi ve Kürt mülkleri gasp edildi.” Bu mümkün; neticede söz konusu olan baskıcı, insafsız bir diktatörlüktü. Bunun üzerinde durulmalı. Ama Araplaştırmaya cevap daha ağır ve vahşî bir etnik temizlik, mülk gaspı ve nüfus arındırması olamaz.
Gelelim, operasyonun Türkiye’deki yansımalarına. Bazıları hemen barış naraları atmaya başladı. Yazının başında da işaret ettiğim üzere, şüphe yok ki savaşlar ve geniş çaplı çatışmalar üzücüdür. Can ve mal kaybına, hayatların yıkılmasına sebep olur. Ama şiddete gerçekten karşı bir barışsever olabilmek için tutarlı olmak gerekir. Bu kimselerin çoğunun şiddete konusundaki sicili hiç temiz değil. Savaşa ve şiddete hakikaten karşı ve hakikaten barıştan yana olup olmadıklarını anlamak için, başka şiddet kullanımları konusundaki tepkilerine bakmak lâzım. Bu kimseler meselâ DAEŞ şiddetine karşı çıkıyor ama PKK şiddeti için aynı şeyi yapamıyorlar. Gerekçeleri de çok komik: “PKK/PYD toplumsal tabana sahip.” Bir defa, Vietkong usulüyle çalışan örgütlerin egemen olduğu yerlerde bu örgütlere halk desteğinin gerçekte ne olduğunu tespit etmek zor. Bunu sağlıklı bir biçimde ölçebilmek için daha özgür bir ortama ihtiyaç var. İkincisi, madem mesele toplumsal taban, biri çıkıp DAEŞ’in de toplumsal tabanı mevcut(tu) diyebilir. Türkiye solcuları, “geleneksel” dinî yapılanmalardan gelen (veya geldiği varsayılan) şiddeti kınıyor, ama sol örgütlerden gelen seküler görünümlü (aslında mistik tabiatlı) şiddeti seviyor ve onaylıyor. Tam bir çifte standartlılık. Aynı zihniyet, akıl dışı bir İslamofobiyle gitgide daha fazla zehirlenen bazı Batı mahfillerinde de egemen.
Türkiye’nin Afrin operasyonunun en kısa zamanda, en az zayiat, ölüm ve yıkımla tamamlanmasını diliyorum. Operasyonun tamamlanmasından sonra Türkiye’nin, hangi etnik ve dinsel kökenden olursa olsun, Afrin’deki insanların kimsenin kölesi durumuna düşmeden, barış ve huzur içinde yaşayabileceği bir vasat oluşması için elinden geleni yapmaya çalışacağına inanıyorum.