Ana SayfaYazarlarTürkiye S-400’leri almalı mı?

Türkiye S-400’leri almalı mı?

 

Tarih 2 Ağustos 1990

 

Irak diktatörü Saddam Hüseyin yeni bir ‘hesap hatası’ yaparak Kuveyt’i işgal etmeye kalkıyor. (Bir önceki hesap hatasını 1980’de İran’a saldırarak, sekiz yıl sürecek ve bir milyon insanın hayatına malolacak savaşı başlatarak yapmıştı.)

 

Türkiye, o günlerde Amerika’nın öncülüğündeki uluslararası koalisyonun en aktif üyelerinden biriydi. İşgalin hemen ardından Irak petrolünü uluslararası pazarlara taşıyan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmıştı. Saddam Hüseyin, zaten bir süredir ‘su meselesi’ yüzünden tehditler savuruyor, Arap Birliği’ni Türkiye’ye karşı kışkırtıyordu. Turgut Özal’ın petrol boru hattını kapatma kararı Saddam Hüseyin’i Türkiye’ye karşı daha da öfkelendirdi. O sırada Ortadoğu’nun en güçlü diktatörlerinden biriydi, özgüveninin hududu yoktu, ordusuna güveniyordu, dahası, elinde de 130 ilâ 1500 kilometre menzili olan Scud füzeleri vardı. Nitekim Irak, sekiz hafta süren savaşta 88 Scud füzesini ateşlemiş, bu füzeler İsrail, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Katar topraklarına düşmüştü. Bu bölgedeki diktatörlerin köşeye sıkıştıklarında ne yapacaklarını tahmin etmek mümkün değildir.

 

Türkiye o günlerde Irak’ın “füze tehdidi” altındaki ülkelerden biriydi. Böyle bir saldırıya karşı elinde bir füze savunma sistemi de yoktu. Türkiye, bu sebeple NATO’dan güney sınırlarına füze savunma sistemi yerleştirilmesini talep etmişti. Bu vak’a da Türkiye’nin füze savunma sistemine ihtiyacı yakıcı biçimde ortaya çıkmıştı.

 

20 yıl sonra yeni tehdit bu kez Suriye’den

 

Sene 2011-2012. ‘Birinci Körfez Savaşı’nın üzerinden 20 yıl geçmiş. Arap Baharı’nın rüzgârları Akdeniz kıyılarına varmış; Suriye bölge tarihinin gördüğü en kanlı olayları yaşamaya başlıyor.

 

Türkiye, son dönemde ‘etle tırnak gibi’ olduğu, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği zemininde ortak kabine toplantıları yaptığı Suriye ile 2011 Ağustos ayından itibaren, bilinen sebeplerle yollarını ayırmış. Suriye’nin gözünde Türkiye artık bir ‘can düşmanı’. Velhasıl, Suriye artık Türkiye’nin ‘tehdit’ algıladığı ülkelerden biridir.

 

Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2012 yılında NATO toplantılarından birinde yaptığı konuşmadan anlıyoruz ki, Türkiye’nin elindeki verilere göre, Suriye o dönemde bazıları uzun menzilli olmak üzere 700 civarında balistik füzeye sahiptir.

 

Peki , 1991’de Irak kaynaklı füze saldırısı tehdidinden 20 yıl sonra, bu kez Suriye kaynaklı tehdit baş göstermişken Türkiye’nin elinde bir füze savunma sistemi var mıdır?

 

Yoktur! 20 yıl sonra yine yoktur!

 

Peki ne yapıldı?

 

20 yıl sonra bir kez daha NATO’dan yardım istendi.

 

Füzeler Şam’dan düğmeye basılmasından birkaç dakika sonra Türkiye topraklarını vurabilecek durumdaydı. Ama NATO’dan ‘olur’ kararının çıkması ve savunma sistemlerinin ihtiyaç duyulan bölgelere yerleştirilmesi haftalar sürdü.  Türkiye’nin NATO’dan füze savunması sistemini talep ettiği tarih 2012 Kasım ortası; talebin kabul edilip sistemlerin kurularak hazır hale getirildiği tarih ise 2013 yılı Ocak ayı sonudur. Aradaki, neredeyse iki aylık zamanda Türk vatandaşları füze tehdidine karşı savunmasız durumdaydı.

 

Yani, tehdit ‘birkaç dakika ötede’yken, savunma sistemleri ‘iki aylık mesafede’ydi.

 

1990’larda Türkiye’nin füze saldırılarına karşı savunmasız olduğu görülmüşken 20 yıl sonra neden bir ‘tedbir’ alınmamıştır? Aradan geçen 20 yıl içinde bu “güvenlik açığı” neden kapatılmamıştır?

 

1990’larda ve 2000’lerde üzerlerine vazife olmayan her türlü siyasi işe müdâhil olan, (28 Şubat sürecini hatırlayın) Cumhurbaşkanı’nın eşinin başörtüsü takıp takmamasını devlet krizine dönüştürüp (27 Nisan muhtırasını hatırlayın) Cumhurbaşkanlığı seçimini – ve tabii siyaseti – kilitleyen dönemin askerî ricâli, ülkenin bu askerî ihtiyacı karşısında neden bir istîcal göstermemiştir? O dönemlerde her konuda kamuoyu önünde görüş beyan eden, uyarılarda bulunan askerlerin, bu konuda bir görüş beyan ettiğini, siyasetçilerin dikkatini çektiğini işittiniz mi?

 

Hadi, o dönemlerin komuta kademelerine o kadar da haksızlık etmeyelim; zira muhtemelen o ‘istîcali göstermiş olsalardı bile Türkiye o sistemi alamayacaktı. Bunu, merhum gazeteci Cüneyt Arcayürek’in 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in danışmanı olarak Çankaya Köşkü’nde bulunduğu yılları anlattığı hâtıralarından biliyoruz. Demirel, ‘Türkiye’nin füze savunma sistemine ihtiyacı olduğunu ama NATO’nun buna izin vermediğini’ Arcayürek’e anlatmıştı.

 

O yıllar öyle yıllardı; NATO’dan ‘izin’ çıkmadığı için füze sistemi alamazdınız.

 

S-400 Türkiye’nin hayatî ihtiyacıdır

 

Rus üretimi S-400 füze sistemleri bugün dünyadaki en gelişmiş füze sistemlerinden biri. Bu alanın uzmanları, Amerikan üretimi olan Patriot sistemleriyle karşılaştırıldığında S-400’lerin süratten menzile kadar pek çok açıdan Patriot’lardan daha üstün olduğunu söylüyor.

 

Aslında ‘S-400’leri almalı mı’ sorusu absürt bir soru, zira Türkiye S-400’lere ilişkin alım sözleşmesini zaten imzaladı, ilk taksitini ödedi. Sistemin ilk parçaları bu yaz aylarında Türkiye’ye geliyor.  Yani ‘aş’ çoktan ‘pişmiş’ durumda.

 

Öyleyse?

 

‘Türkiye S-400’leri almalı mı?’ sorusunu bugün gündeme taşıyanların asıl dillendirmek istediği şey şu: “Bu iş Türkiye’nin başına büyük dertler açacak gibi görünüyor; bu işten vazgeçmenin bir yolu bulunmalı.”

 

Bir başka deyişle, S-400 alımını sorgulayanlar Amerika’nın gazâbından korkuyor.

 

Amerika artık ‘müttefik’ değil ‘hasım’

 

Şunu bir kenara önemli bir veri olarak kaydedelim: Türkiye’nin Rusya’dan S-400 sistemi satın almak zorunda kalması Amerika’nın Türkiye ile ilgili tercihlerinin doğrudan sonucudur.

 

Amerika’nın uzunca bir süredir Türkiye ile yürüttüğü ilişki, bölgedeki stratejik hedeflerinin bir yansıması olarak, ‘ittifak’ kavramıyla değil ‘düşmanlık’ kavramıyla tarif edilebilir.‘Kuzey Atlantik ittifakı’ içinde birlikte bulunuyor olmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Türkiye, bugün 1990’lardaki gibi NATO’ya başvurup füze savunma sistemi isteyecek olsa, acaba oradan, bırakın iki ayı iki sene sonra bile bir ‘approved’ (uygundur/onaylanmıştır) kararı çıkar mı acaba?

 

Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı düşmanlıkları bugün Anadolu yaylasının en ücra köşesindeki bir çoban bile size gayet derinlikli bir kavrayışla sayıp dökebilir.

 

Bölgeyi yeniden dizayn etmeye karar vermiş, bu yolda PKK’ya roller biçmiş bir Amerika gerçeğiyle karşı karşıyayız. Arap Baharı’ndan sonra olabilecek en vahim senaryolardan biri gerçekleşmiş, küresel bir güç, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne kast etmiş olan PKK ile ittifak ilişkisine girmiş durumda. Bu ilişki, 2014 Ekim ayından itibaren Amerika’nın PKK/PYD’yi fiilen silahlandırmaya başlamasıyla ‘askeri ittifak’ düzeyine erişti. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne kastetmiş bir örgütle silahlı işbirliğine girmiş bir ‘müttefik’ten bahsediyoruz.

 

Talimatı Pensilvanya’dan verilmiş 15 Temmuz hamlesi ve Amerika’nın bu darbe girişimini gerçekleştirenleri canhıraş şekilde himâye etmesi de  gayet gözaçıcı sonuçlar doğurdu oldu.  Amerika gibi bir ‘müttefiki’ olan Türkiye’nin düşmana ihtiyacı yoktur. Türkiye bu dönemde yeni bir tehdit değerlendirmesi yapmaya mecburdu. Kâğıda dökülmemiş, kitaba girmemiş olsa da bu değerlendirmenin yapıldığı, resmî söylemler ne olursa olsun, Amerika’nın Türkiye için artık ‘müttefik’ değil ‘hasım güç’ olduğu gerçeğinin Türkiye’nin stratejik aklında bilince çıktığı görülüyor. NATO belgelerinde Rusya’nın ‘stratejik düşman’ diye gösterilmesinin bu tablo karşısında Türkiye için bir anlamı yoktur. 

 

Amerika, son yıllarda Türkiye’yi ‘hizaya getirmek’ için öylesine kartlar kullandı, öylesine bel altı vuruşlar yaptı ki; bu aşamada artık ‘Amerika ne der?’ sorusu, ‘Kandil’dekiler ne der?’ ‘Pensilvanya’daki ‘Hocaefendi’ nasıl bakar?’ gibi saçma bir soru haline dönüşmüştür.

 

Şimdi böyle bir Amerika’nın ‘baskılarıyla’ mı S-400 işinden vazgeçilecek?

 

S-400 almak bakkaldan ekmek, peynir almaya benzemez

 

Kaldı ki, dört buçuk milyar dolar verip balistik füze sistemi alma kararını vermek, bu teknolojiye sahip aktörlerle pazarlık masalarına oturmak, nihayet sistemi satın almak bakkaldan ekmek, peynir almaya benzemez.

 

Birkaç yıl önce Çin’le yapılan görüşmeler nihai aşamaya geldikten sonra her nasılsa –kuvvetle muhtemel Amerika’nın itirazlarıyla- bundan vazgeçmiş Türkiye’nin, şimdi de Rusya’yla bu aşamaya geldikten sonra S-400 alımından vazgeçmesi, bir takım ‘orta yol’ arayışına girmesi devlet ciddiyetiyle bağdaşmaz.

 

Türkiye, 1964’te Kıbrıs adasına askeri müdahale kararı alıp bunu Amerika’ya bildirdiğinde Washington’dan son derece kaba bir dille yazılmış bir tehdit mektubu gelmiş, tarihe “Johnson Mektubu” diye geçen bu mektuba cevaben İnönü,  “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” demişti. Ama o dönemde ‘kurulan yeni bir dünya’ yoktu; Türkiye de Johnson Mektubu üzerine geri adım atarak Kıbrıs’a harekâtı “şimdilik” ertelemek zorunda kalmıştı.

 

Bugün ise bambaşka bir dünya konjonktürü var.

 

Askeri ittifaklar sarsılıyor, küresel ekonomide muazzam güç kaymaları oluyor. Soğuk Savaş biteli çeyrek yüzyıl geçti ama yeni bir “düzen” kurulamadı.  Dünyada bir “küresel kaos” hâli hüküm sürüyor.  Velhasıl, nasıl ve nereye doğru evrileceği belirsiz ama yeni bir dünyanın kuruluş sancıları yaşanıyor. Uluslararası sahnenin bütün önemli aktörleri bu yeni döneme/yeni düzene hazırlanıyor. 

 

Rusya’dan S-400 satın alma kararı ‘ittifak değiştirmek’ anlamına gelmez.

 

Peki ne anlama gelir?

 

Amerika ile ilişkilerin yeni mâhiyetini doğru kavramak, yeni bir dünyanın kurulmakta olduğunun idrakinde olmak ve bütün bunların icabını yerine getirmek anlamına gelir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -