Okyanusların en derin kısmına, güneş ışığının erişemediği bölgeye verilen addır Abis. Yunanca kökenli kelime aynı zamanda, dipsiz, boşluk, cehennem, lanetli ruhların başı boş dolaştığı yer anlamına gelir. Taşıdığı ad, binlerce fersah derinliğin insanda uyandırdığı ürkütücü hissin bir tezahürüdür. Yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakmak insana nasıl umut ve huzur veriyorsa, okyanusun derinliklerini düşünmek de bir o kadar ürpertir bizi. İşte bundan mütevellit adı da verdiği hisse yaraşır bir addır bu alemin.Abis’te neler olup bittiği hakkında çok az şey biliyoruz. Aya gittik ama üstünde gemilerimizi yüzdürdüğümüz okyanuslarda belli bir derinlikten sonra ne olup bittiğini keşfedebilmiş değiliz henüz. Tek bildiğimiz belli bir derinlikten sonra güneşten gelen her türlü ışığın ortadan kalktığı. Velhasıl, mutlak karanlık diye bir şey varsa çok uzağımızda değil. Hatta yanı başımızda. Çünkü, biz çoğu zaman fark edemesek de okyanusun derinliklerindeki gibi yaşamın derinliklerinde de ışığın ulaşamadığı bir mecra var. Hatta içimizden bazıları, orada yaşamayı seçip hayatın gürül gürül akan yüzeyinden binlerce fersah dipte karanlığın içine gömülmeyi tercih ederler. Bir süre sonrada yaşadığı iklimin şartlarına uyum sağlar ve mizacı yaşadığı alemin mizacına dönüşür. Abis aleminin sakinleri hüküm süren mutlak karanlığa zamanla boyun eğer. Önce kalpleri buz bağlar. Menhus dönüşüm gözlere sıçrar, kimi tamamen kör olur kimi de farklı bir görme biçimi kazanır. Gözleri görmez olanlar başıboş ruhlar gibi oradan oraya savrulurlar. Yeni bir görme biçimi kazanmış olanlar en tehlikelileridir. Onlar kendi kusurlarını göremez olurken başkalarının kusurlarına olan görüşleri keskinleşir.Abis’in insanları dünyaya tepe taklak baktıkları için kendilerini en üstte sanır. Oysa en diptedirler. Bir derinlik sarhoşluğu içinde tuhaf vehimlere kapılır, kendilerine bir tür mükemmellik atfederler. Sarhoş nasıl göğü yerden, zirveyi dipten ayırt edemezse onlar da kendi rezilliklerini erdem sanırlar.Abis alemini en iyi anlatan filmlerden biri David Fincher’ın yönettiği 1995 yapımı Seven’dır.Hiç dinmeyen yağmurlarla yıkansa da asla temizlenemeyecek bir şehirde geçer hikâye. Loş sokaklara yağan yağmur bir türlü dinmek bilmez. Kasvet köşe başlarını mesken tutmuştur. İnsanların duyguları körelmiş, etraflarını kuşatan kötülüğe duyarsızlaşmışlardır.Polis sıra dışı şekilde öldürülmüş cesetler bulmaya başladığında, halkı bir tedirginlik sarar. Kahramanlarımız, acemi dedektif Mills ve görmüş geçirmiş eski kulağı kesiklerden emekliliği gelmiş Dedektif Summerset, bu işin peşine düşer. Bir bulmaca ile karşı karşıyadırlar.Hikâye, Hıristiyanlığın yedi ölümcül günahından –kibir, açgözlülük, şehvet düşkünlüğü, haset , oburluk, tembellik, öfke- yola çıkarak işlenen bir dizi cinayet çerçevesinde gelişir. Yaşanan kâbusun sebebi, kendini “ilahi yargı”nın eli olarak gören birinin günahkârları cezalandırmasıdır. John Doe [1], fanatik biçimde, delicesine, yıllarını vakfederek hazırlar gösterisini. Eserini nihayet sahneye koyduğunda da, yedi günahın imajları ile örülü bir anlatı arız olur.Katil, ilahi bir yargının hem yargıcı hem celladı ilan etmiştir kendini. Önce yargılar sonra infaz eder. Yalan söyleyerek para kazanan bir avukatı -Shakespeare’in Venedik Tacirinden esinlenerek- etinden bir parça kesmeye zorlar. Tecavüzcü bir uyuşturucu satıcısına akıl almaz işkenceler yapar. Ve böylece edebiyatın ünlü eserlerinden ilham alarak her biri ayrı mizansenlere sahip yedi cinayet işler.Öykünün sonlarına doğru Dedektif Mills ona, “Sen bir sürü masum insanı öldürdün” dediği vakit, istifini bozmadan şu cevabı verir: “Onlara ancak bu kadar kötü bir dünyada ‘masum’ denebilir.”Her şey, dünyanın onu dinlemesi içindir. İnsanlığa vermek istediği mesajı en sarsıcı şekilde yerine ulaştırdığına inanırken kendinden en ufak bir kuşku duymaz: “Ben bir yol açtım ve sonsuza kadar unutulmayacağım.”Son sahnede, katilin, Dedektif Mills’in karısını öldürdüğünün ortaya çıkmasıyla, genç adamında bir “yargılayıcı ve infaz ediciye” dönüşüşünü izleriz. Karısının katlindeki zalimlik ve adaletsizliğin mevcut hukuki zeminde yargılanıp cezalandırılması yerine insan benliğine sınırsız bir haz vadeden “hüküm koyucu ve cezalandırıcı” olma tuzağına düşer. Ve John Doe ile özdeşleşir.Anlarız ki, -John Doe gibi sürekli orada yaşamayı seçmese de- herkesin içinde her an içine düşebileceği dipsiz bir kuyu gibi pusuda bekleyen bir Abis Alemi var.John Doe, her şeyi Abis Aleminin çarpık anlayışıyla okuduğu için eylemleri de çarpıktır. Ne demişler, yay kötüyse ok eğri fırlar. Ne Dante’nin İlahi Komedya’sı, ne Milton’un Kayıp Cenneti, ne de başka bir kitap bu şekilde yorumlanmayı hak etmez oysa.Sadece nihilizmin karanlığında kaybolmamak için kendine ulvi görevler biçmiş insanlar, yaşamın anlamsızlığını kendilerini “seçilmiş” hissederek yumuşatabildikleri için hasbelkader tutundukları dalı hançer olarak kullanırlar. Abis’in karanlığına başka nasıl katlanabilirlerdi ki zaten?Yedi büyük günahın yargılayıcı ve infazcısı olup adalet dağıtayım derken, yeni bir günahın işlenişine şahit oluruz böylece. Diğer yedi günahın her birinden bir parça taşıyan daha büyük bir günaha.—————–[1] ABD ve Kanada’da kimliği bilinmeyen kişiler ya da ismi bilinmeyen cesetler için kullanılan takma isim.
Tutundukları dalı hançer olarak kullananlar
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik