[7 Aralık 2017] Son yıllarda kimbilir kaç kere yazdım ve söyledim: Tarih çoğu zaman iyi yanından değil kötü yanından gelişiyor. Önde gelen aktörler, satranç tahtasının bütününü görmeksizin ve pozisyonu derinlemesine okumaksızın, kendi dar, tekil, kısa vâdeli, eksik enformasyona dayalı hesapları çerçevesinde genellikle doğru değil yanlış kararlar alıyor. Sonra bir kartopu etkisi devreye giriyor. O ilk hatâ, tepki ve karşı-tepkilerle büyüdükçe büyüyor. Belki bir fırtına kopuyor. Geriye, “istenmeyen, öngörülemeyen, hesaplanmamış sonuçlar yasası”nın (the law of unintended consequences) ezici, kahredici işleyişinin yarattığı korkunç tahribat kalıyor.
1914’te bağımsız Sırbistan’ın askerî istihbaratı, güya bir ders verecekti, kendilerine ait saydıkları toprakların bir bölümünü hâlâ elinde tutan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na. Kara El (Crna Ruka) veya tam adıyla Ya Birlik Ya Ölüm (Ujedinjenje ili smrt) örgütünü, kâh Habsburg, kâh Osmanlı egemenliğine karşı irredentist terör eylemleri için kurup beslemiş, büyütmüşlerdi. Legal veya yarı-legal paravanını ise Genç Bosna’cılar oluşturuyordu (bu isme dikkat: Genç İtalya, Genç Türkler, Genç Bosna vb). Emrettiler; 28 Haziran 1914’te, Saraybosna’yı ziyaret etmekte olan Arşidük Franz Ferdinand’ı (ve eşi Sofya’yı), Genç Bosna içinden devşirdikleri tetikçilere öldürttüler.
Hayal ettikleri Büyük Sırbistan’ı değil, Birinci Dünya Savaşı’nı tetiklediler. Viyana, Belgrad’ı protesto ve tehdit etti. Rusya, Sırbistan’ın yardımına koştu. Almanya, Avusturya-Macaristan’ın. İngiltere ve Fransa da Rusya’nın. İki rakip blok, müttefiklere verilmiş sözler temelinde, aşağıdan yukarı harekete geçti (köpeğin kuyruğunu sallaması değil, kuyruğun köpeği sallaması misali). Kimse geri adım atmadı, atamadı. Felâket dört küsur yıl sürdü. 9 küsur milyonu üniformalı, 7 küsur milyonu sivil, toplam 17 milyon insan can verdi.
ABD yeryüzünün en güçlü ülkesi. Politikaları bütün dünyayı etkiliyor. Ama maalesef bütün insanlık seçmiyor, Beyaz Saray’da oturacak devlet başkanını. Sadece Amerikan vatandaşları seçiyor. Onların da dünyadan tümüyle habersiz yarısı, olanca gerilikleri, taşralılıkları, bağnazlıkları, ırkçılıkları, korku ve nefretleri içinde, gidip de kendilerinden sadece çok daha zengin olmakla ayrılan başka bir taşkafalıya oy verince, sonuç böyle oluyor.
Samuel Huntington, Batı’nın komünizmin çöküşünden sonraki düşmanı diye İslâmiyeti hedef gösterdi (1993, 1996). Huntington’ın öngördüğü Clash of Civilizations (Medeniyetler Çatışması), 11 Eylül 2001’deki “9/11” El Kaide saldırılarının ardından, George “W” Bush yönetiminde “teröre karşı savaş” kılığına büründü. Geçtiğimiz on beş yılda Irak, Suriye, Afganistn ve Yemen’e sırf yıkım getirdi. Bir zamanlar Bush’u piyon olarak kullanan neo-con elitizminin yerini, son dönemde Trump popülizmi aldı. Maalesef Türkiye’de de çok bel bağlayan oldu bu dalgaya. Sdece Suriye’de “işimize yarar” sanılmakla kalmadı. Temsil ettiği küreselleşme karşıtlığı, prensip olarak da alkışlandı. Brexit’le birlikte, “millî ve yerli” çizgiye örnek ve haklılığına gerekçe gösterildi.
Bu tür bütün kurnaz ve ahlâksız umutların boşa çıktığı bugün (Auden: As the clever hopes expire / Of a low dishonest decade), belki Kongre’nin oylarıyla başkanlıktan düşürülme (impeachment) tehlikesine karşı kendini güvenceye almanın yolunu kriz ve gerilim yoluyla partisini ve kamuoyunu hizaya getirmede arayan Trump’ın attığı Kudüs adımı, hem bütün Ortadoğu barışının tabutuna son bir çivi çakıyor, hem de (Zarrab pisliğinin üzerine tüy dikerek) Türkiye’nin, artık kaldığı kadarıyla, Batılı kimliği ve aidiyetine.
Saraybosna suikasti, 6 Aralık 2017.