Ana SayfaYazarlarYarı-resmî meslek kuruluşlarından doğan ahlâkî tehlike

Yarı-resmî meslek kuruluşlarından doğan ahlâkî tehlike

 

Türkiye’de demokrasinin hem teorisi hem pratiği açısından ele alınması gereken önemli sıkıntılardan biri, yarı-resmî kamu kurumu niteliğine de sahip olan, ama kendilerini pür sivil toplum kuruluşu gibi görmeyi ve sunmayı seven meslek kuruluşlarından — yani odalar ve barolardan — kaynaklanan sorunlar. Türk Tabipler Birliği’nin Afrin harekâtıyla ilgili açıklaması ve TMMOB başta olmak üzere benzer başka kuruluşlardan gelen TTB’ye destek mesajları konuyu tekrar güncelleştirdi.

 

Liberal Düşünce Topluluğu bu konuyu 2010-2011’de ayrıntılı olarak masaya yatırmış ve bir rapor hazırlayarak kamuoyuna açıklamıştı (http://liberal.org.tr/upresimler/Turkiyede_Kamu_Kurumu_Niteligindeki_Meslek_Kuruluslari_Sivil_Toplum_ve_Demokrasi). Bu rapora yazdığım sonsözü kısaltıp güncelleştirerek Serbestiyet okuyucularına sunuyorum.

 

                                                             *          *          *

 

Yarı-resmî meslek kuruluşlarının örgütlenme ve çalışma tarzı, tâbi olacağı mevzuat, birçoğumuzun zannettiği gibi sadece meslek mensuplarını ilgilendirmiyor. Onlar yanında hizmet alanlar — tüketiciler, sivil toplumun tamamı — ve genel olarak demokrasimiz de meslek kuruluşlarının yapılandırılma modelinden etkilenme menzilindedir.

 

Meslek kuruluşlarının mevcut statüsünün esası 1961 Anayasası ile oluşturuldu. Anayasa darbe mahsulü olduğundan, bu statü Tek Parti döneminin mirası olan zihniyete dayanmaktaydı. Bazı çevrelerin Türkiye’nin en özgürlükçü, en demokrat anayasası sıfatını iliştirmeye çalıştığı 1961 Anayasası, korporatist bir siyasî yapılanma kurmayı ve seçilmiş hükümetlerin iradesini resmî ideoloji ve bürokratik iktidar lehine sınırlandırmayı hedef almıştı. Tabiatıyla bunun başarılabilmesi için sivil toplumun da tam bir kontrol altına alınması gerekmekteydi. Meslek kuruluşları bu amaç doğrultusunda şekillendirildi. Anayasanın 122. Maddesinde, meslek kuruluşlarının kamu kurumu niteliğinde olacakları yolunda bir düzenleme yapıldı. Yönetim ve işleyişlerinin ise demokratik esaslara aykırı olamayacağı belirtildi. Hem örgütlenmede tekel yaratmak, hem de tekel konumundaki yapılanmalarda demokratik işleyişe uyulmasını beklemek yaman bir çelişkiydi. Yaratılan yapı sanki Türkiye’de kurulmak istenen sistemin mikro örneğiydi: Görünürde demokrat, özde otoriter bir model.

 

1961 Anayasasının bu konuyla ilgili kavrayışı önemli bir değişiklik yapılmadan 1982 Anayasasına taşındı. 135. maddeyle bu kuruluşların tekelci konumu ve kamu kurumu olma niteliği muhafaza edildi. Yukarıda işaret ettiğim çelişki, demokratik esaslara uygun işleyiş şartının ortadan kaldırılması yoluyla giderildi. Ayrıca, bu kuruluşların “kuruluş amaçları dışında” faaliyette bulunmaları yasaklanarak, siyasetle ilgilenmelerinin teorik olarak önü kesildi.

 

Meslek kuruluşlarının mevcut statüsü, yapılanması ve işleyiş tarzı birçok mahzur üretmekte. Bunların her biri bu derlemede toplanan çalışmalarda ayrıntılı olarak ele alındı. Burada okuyucunun hâlihazırda haberdar olduğu bu mahzurların birkaçına özetle işaret etmek istiyorum. 1982 Anayasasının meslek kuruluşlarıyla ilgili düzenlemesi her şeyden önce örgütlenme özgürlüğüne aykırı. Demokrasilerde bir örgüte üye olmak hak olduğu kadar olmamak da hak. Oysa bu düzenleme üyeliği zorunlu kılmakta. Egemen devletçi ve vesayetçi paradigmanın dışına çıkıp, meslek kuruluşlarına böyle bir statü vermenin (hattâ resmî statü tanımanın) bir tabiat kanunu olmadığını; toplumsal hayatın mesleklerde gerekli regülasyonu ve standart belirlemeyi yapabileceğini dikkate almamız lâzım. Örgütlenme özgürlüğü, üye olunan bir örgütten çıkmayı da kapsar. Cari düzenleme tekelleştirici yapısı yüzünden buna da izin vermiyor. Yani örgütlenme özgürlüğünü iki taraflı ihlâl ediyor.

 

Bazı ülkelerdeki uygulamaya paralel olarak kimi mesleklerin icrasını bir diploma üzerinden meslek kuruluşuna üyeliğe bağlamak normal sayılsa bile, bu, neden meslek kuruluşlarında tekelleşmeye yol verildiğini açıklamaya ve tekelleri meşrulaştırmaya yetmiyor. Oda ve barolarda, Mosca’nın işaret ettiği  “teşkilâtlı azınlıklar dağınık çoğunluklara hükmeder” kanunu işliyor ve bilinçli, kararlı ve organize azınlıklar dağınık çoğunluklardan baskın çıkıp yönetimi ele geçiriyor. Bir defa bunu yapınca da kolay kolay iktidardan uzaklaşmıyor, uzaklaştırılamıyor.

 

Bu tekelleşmenin — her meslekte yalnızca tek meslekî örgüt kurulmasına izin verilmesinin — doğurduğu sonuçlar hem meslek mensuplarına hem halka zarar veriyor. Kazançlı çıkanlar yalnızca devlet ve söz konusu kuruluşların idaresini ele geçirenler. Tekelleşme, iddiaların aksine, bir bütün olarak meslek erbabının çıkarlarına da hizmet etmiyor. Şöhretsizlere karşı şöhretlileri, gençlere karşı yaşlıları, yenilere karşı eskileri, yenilikçilere karşı tutucuları, taban fiyat uygulaması, mesleğe girişin sınırlanması veya zorlaştırılması, ilâve sınavlar konması gibi yollarla koruyor. Halk da zararlı çıkıyor; rekabet engellendiği için insanlar daha düşük kaliteli, daha ilkel teknolojili ve daha yüksek fiyattan hizmet satın almaya mahkûm oluyor.

 

Anayasa, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının siyaset yapmasını yasaklıyor. Onları sadece meslek sorunlarıyla ilgilenmekle görevlendiriyor. Bu da demokrasiye aykırı. Dernek, oda, vakıf gibi kuruluşlar elbette ülkenin genel meseleleriyle ilgili görüşlere sahip olabilir. Bunları açıklamalarının ve bu doğrultuda çalışmalarının engellenmesi demokrasiye ters. Siyasetle meşgul olmak, siyaset yapmak herkesin hakkı.

 

Bununla beraber, bu yasaklama kâğıt üzerinde kalmakta. Odalar ve barolar fiiliyatta boğazına kadar siyasete batmış vaziyette. Bu, ahlâkî tehlike dediğimiz şeye vücut veriyor. Her örgütteki binlerce meslek mensubu birden çok — belki onlarca — siyasî görüşe sahipken, bu kuruluşlar tek bir siyasî görüşün sözcülüğünü üstleniyor ve sanki tüm üyeler yöneticilerin görüşünü paylaşıyormuş gibi açıklama yapıyor, tavır alıyor, faaliyet yürütüyor. Ticaret odalarında sol görüş dışlanıp sağ kanat ağır basarken, mühendis, eczacı ve tabip odalarında sağ görüş dışlanıp sol çizgiler seslendiriliyor.

 

Ancak bu ideolojik farklılık, oda ve baroları devlet ideolojisine kolayca teslim olmakta farklılaştırmıyor. Özellikle kritik zamanlarda, hızla ve iştahla devletin yanında saf tutuyorlar. Bürokratik siyasî iktidar ile demokratik siyasî iktidar arasında bir çatışma olduğunda, “güçlü” olanı, yani elinde silâh tutanı tercih edip silahlı gücün uzantısı olan “silahsız güçler”e dönüşüyorlar. 28 Şubat bunun en güzel örneğini verdi. “Mahşerin Beş Atlısı” denen meslek kuruluşları 28 Şubat askerî müdahalesini canla başla destekledi.

 

Tekelci örgütlenme ve devlet ideolojisine eklemlenme modeli sivil toplumun da altını oyuyor. Sivil toplum unsurlarını sivillikten çıkartıp üniformasız resmî görevliler hâline getiriyor. Toplumsal çeşitliliği boğup, gönüllü faaliyetler için elzem olan müşevvikleri ortadan kaldırıyor. Sivil dinamiklerin tahrip edilmesine, devletçiliğin koyulaşıp kökleşmesine, sivil insiyatiflerin kolayca çözebileceği problemler için bile devlete dönülmesine yol açıyor. Bu alışkanlık kaçınılmaz olarak siyasette yozlaşmayı teşvik ediyor.

 

Meslek kuruluşlarının mevcut statüsünün değiştirilmesi açık ve âcil bir ihtiyaç. Zaten hayat bu düzenlemeyi taşımıyor; reddediyor, etkisizleştiriyor, Meselâ barolardaki tekelleşme bir ölçüde kırıldı. Anadolu’daki kimi barolar, kurum olarak Türkiye Barolar Birliği’nin kendileri adına konuşmasını kabul etmediği gibi, bazı avukatlar da dernek ve vakıf gibi gönüllülüğe dayanan kuruluşların çatısı altında birleşip onlar aracılığıyla görüşlerini seslendiriyor. Aynı şeyin mühendislik, tabiplik, eczacılık ve benzer meslek dallarında da gerçekleşmesi uzak bir ihtimâl değil.

 

Aslında meslek kuruluşlarının bu tekelci örgütlenmesinin değiştirilmesi ve sistemin daha sivil ve demokratik hâle getirilmesi, belki de yeni anayasa yapma sürecinde üzerinde kolay uzlaşılabilecek bir husus. Zira hiç kimseyi örgütlenme hakkından mahrum bırakmadan, neredeyse hiçbir siyasî-ideolojik çizgiyi temsil mekanizmalarının dışına atmadan yeni bir modelin oluşturulması mümkün. Bunun olabilmesi için, meselenin üzerine gidilmesi ve devamlı gündemde tutulması gerekir. Bu çerçevede herkesin yapabileceği, yapması gereken şeyler var. Akademikler, gazeteciler, yapılanmadan mağdur olan meslek mensupları ve elbette siyasî partiler bu konuda insiyatif almalı. Belki de koalisyonlar kurarak mevcut meslek kuruluşları yapılanmasının demokratikleştirilmesi ve çoğullaştırılması için kampanyalar başlatmalı. Unutmayalım ki mevcut anayasal yapılanmada bu bakımdan gerçekleştirilecek bir değişiklik, diğer değişikliklerin de önünü açabilir. Kısacası, meslek kuruluşlarının hukuki statüsünü değiştirmek, daha iyi bir anayasaya ulaşma yolunda hatırı sayılır bir mesafe katetmemizi sağlayabilir.

 

- Advertisment -