En büyük okul hayat ve tecrübe. Yaşınız, tahsiliniz ve statünüz ne olursa olsun, yaşadıkça tecrübe ederek öğreneceğiniz şeyler oluyor. Bu herkes gibi benim için de geçerli. Yaşadıkça öğreniyorum. Öğrendikçe eksiklerimi, hatalarımı ve yanlışlarımı görüyorum. Tevazu sahibi olmanın önemini ve değerini kavrıyorum. Tanrısal bir yanılmazlığa sahipmiş, hayatı boyunca hiç hata yapmamış ve yapmazmış gibi davrananlara hayret ediyorum.
Türkiye’de liberal düşüncenin yakın dönem tarihi 1992’de doğan Liberal Düşünce Topluluğu ile başladı. LDT başını benim çektiğim dokuz kişilik bir grup tarafından Ankara’da kuruldu. Ben o sırada Hacettepe Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nde doçent olarak görev yapmaktaydım. Yani akademik faaliyetlere daha az zaman ayırabilecek ve artan zamanı sivil toplum faaliyetlerine tahsis edebilecek durumdaydım. Nitekim sonraki 25 yıl boyuna hayatımda hep iki boyut oldu: Üniversite ve LDT.
LDT günlük siyasetle ilgilenmeyen klasik liberal ağırlıklı bir fikir odağı olmayı hedefledi ve bugüne kadar çizgisini korudu. Partizanlıktan uzak kaldı. Liberal ilkeleri savundu, öğretti ve yaydı. Kitaplar ve dergiler yayınladı. Paneller, sempozyumlar, yaz okulları, kongreler gerçekleştirdi. Her zaman yeni nesillere makul olmayı telkin ve tavsiye etti. Türkiye’de liberalizmin bir akım olarak var olmasına çok büyük katkı sağladı.
LDT kurulduğunda hemen hepimiz genç ve tecrübesizdik. Liberalizmi daha ziyade Batı kaynaklarından öğrenmekteydik. Bizden önce yaşamış Türkiyeli liberal fikir adamlarından ve kuruluşlardan, ne düşünce ne de tavır mirası devraldık. Bazen kafamızı gözümüzü yarma pahasına, hemen her şeyi tecrübe ederek öğrendik.
Liberaller olarak, değerlerin evrensel olduğuna kaniydik. Bu yüzden dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bizimle aynı değerleri paylaşan kişi ve kuruluşlarla iletişim ve işbirliği içinde olmakta bir mahzur görmedik. Bu bizi tüm dünyayı kapsayan geniş bir işbirliği ağı kurma çabasına yöneltti.
Bu ağda yer alan kuruluşlardan biri Alman F. Naumann Vakfı (FNV) idi. Vakıf, bildiğim kadarıyla, 1991’de Türkiye’de faaliyetlerine başladı. Vakıf temsilcisi müteveffa Dr. Wilhelm Hummen ile Almanya’da doktora yapmış olan Hüseyin Bağcı aracılığıyla, yanlış hatırlamıyorsam 1993 yılının ilkbaharında tanıştık. Vakıf liberal olduğunu söylemekteydi. Biz de liberaldik. Bu durumda, işbirliği yapabileceğimiz fikri karşılıklı olarak doğdu.
Bununla beraber Almanya’nın tarihi ve emperyal bir devlet olması bizi ihtiyatlı olmaya itmekteydi. Dr. Hummen ile yaklaşık bir yıl, işbirliği yapıp yapamayacağımız, yapacaksak nasıl yapabileceğimiz konusunda görüştük, müzakere ettik. Sonunda birbirimizi anladık ve olduğu gibi kabul ettik. Vakfın Türkiye’de partnere ihtiyacı vardı. Bizim de uluslararası partnerlere.
Vakıf ile prensipte anlaştık. Şartlarımız açık ve netti. İlişki eşitliğe dayanacaktı. Vakıf patron havasına girmeyecekti. Çalışmaların, toplantıların gündemini LDT belirleyecekti. Kürt sorunu ve Balkanlar gibi Alman-Türk menfaatlerinin çeliştiği konular ve yerler hakkında Vakıf ile ortak toplantı yapmayacaktık. Daha ziyade eğitim faaliyetlerine, insan haklarına ve sivil toplum meselelerine odaklanacaktık.
Dr. Hummen Yahudi asıllıydı. Onun gibi birinin Vakfın Türkiye temsilcisi olması, zamanla çok iyi anladık ki, bir kazaydı. Nitekim daha sonra bu kaza telafi edildi. Hummen Nazi soykırımının kültürel ve politik kökleri hakkında bilgiliydi. Anne babasının yaşadığı felaketi unutmamıştı. Nazizme büyük öfke duymaktaydı. Bu yüzden olsa gerek, iyi anlaştık ve verimli bir işbirliği yaptık. İşbirliğimiz seminerlerle başladı; birkaç kitabın ve derginin bir iki sayısının yayınına, bazı toplantılara Vakıf katkısıyla devam etti.
Vakıf ile doğrudan akçeli ilişkiye girmemeye özen gösterdik. Bu, zaten personeli olmayan LDT’nin lüzumsuz bir yük altına girmesini de engelledi. Vakfın Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre çalışması ve Ankara’da ofisinin ve personelinin bulunması işimizi kolaylaştırdı. Ortak faaliyetlerin malî boyutunda masraflar paylaşılmakta ve her kuruluş kendi harcamalarını yapmaktaydı. Vakıf LDT’ye doğrudan malî kaynak sağlamak yerine harcamalarını doğrudan doğruya ortak faaliyetlerimize katılan personeli yoluyla yapıyor; T. C. mevzuatına göre kendisine fatura, belge topluyordu.
Dr. Hummen vefat edince, Vakıf ile aynı seviyede ve tarzda ilişki kurmamız zorlaşmaya başladı. İlişkiler mütemadiyen geriledi. Vakıf bir süre istikrarsızlık ve kaos yaşadı. Ofisini Ankara’dan İstanbul’a taşıdı. Gelen yeni temsilciler bize liberalizmden pek haberdar olmadıkları izlenimini veren kimselerdi. Türkiye hakkındaki beklentileri de, liberalleşen bir Türkiye’den çok, sekülerliğin merkeze oturduğu “modern” bir Türkiye idi.
Ben 2009’da İstanbul’a taşındıktan sonra Ankara’da olduğu gibi haftalık seminerler düzenlemeye başladım. İlk yerimiz Sultanahmet’te Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi binası ve sonra yine orada kendi tuttuğumuz ofisti. Masraflarını karşılayamayınca bu ofisi kapattık. Bir süre sonra tekrar harekete geçtik. İstiklal Caddesi Süslü Sokak’ta başka bir ofis tuttuk ve seminerlere devam ettik. Ancak orayı da ayakta tutamadık ve kapattık. Bunun üzerine seminerleri FNV’nin Harbiye’deki ofisindeki salona aldık. Ama her hafta orada olmaktan şahsen memnun değildim. İki sefer seminerleri başka yere taşımaya çalıştım. Önce İstanbul Kent Kültür Vakfı’na. Ardından Genç Siviller ofisine. En sonunda, Fındıklı’da tuttuğumuz küçük ofiste düzenli seminerler yapmaya başladık ve FNV ofisine gitmeyi bıraktık.
Vakfın Türkiye temsilcileriyle anlaşma şansımız gitgide azaldı. Bazen ciddî fikir farklılıkları ortaya çıktı. Bir seferinde Büyükada’da Vakfın yaptığı ve LDT ile bir alâkası olmayan bir toplantıya konuşmacı olarak davet edildim. Gittim. Konuşmamda tüm problemlerine rağmen Türkiye’de bir demokrasi olduğunu ve demokrasimizi kuvvetlendirme yolunda ilerlediğimizi söyledim. Meselâ Kürt sorununda, henüz nihayete ulaşmış olmasa bile önemli adımlar atıldığını belirttim. Her demokrasinin problemleri var dedim. Almanya’da da problemler olduğuna işaret ettim. Alman siyasî kültüründeki ayrımcı eğilimler yanında, neo-Nazi cinayetlerinin bir türlü çözülmemesine ve adeta katillerin Alman devleti tarafından korunmasına değindim. Temsilci bu sözlerime çok bozuldu. Öfkeli bir ses tonuyla bana cevap vermeye çalıştı. Vakıf daha sonra Gezi’de ve 17/25 Aralık’ta (2013) seçilmiş hükümet aleyhtarı keskin bir tavra doğru kaydı. Son günlerde, daha önceki temsilci sosyal medyada korkunç bir mesaj verdi. Bir tweet’te FNF’in Türkiye’deki partnerlerini gerekirse “kendilerinin ve ailelerinin hayatını riske atma” pahasına siyasî iktidara karşı direnmeye davet etti. Hayatı riske etmenin yani ölümü göze almanın aynı zamanda öldürmeyi de göze almayı gerektirdiği düşünülürse, bu çağrıyı silahlı isyan çağrısı gibi okumak çok haksız olmaz.
FNV Alman devletinin tahsis ettiği kaynaklarla fonlanıyor. Bir siyasî partinin uzantısı olduğu için, doğal olarak Türkiye siyasetiyle ilgileniyor. Ancak bu hususta bazen çok ileri gidiyor. Benim görebildiğim kadarıyla, Alman dış politikasına ters düşmemeye ve Almanya’nın menfaatlerini Türkiye’nin menfaatleri aleyhine de olsa kollamaya çalışıyor. Bunun bizler için rahatsız edici olduğu açık. Dürüst olmak gerekirse her Alman liberali FNV çizgisinde değil. FNV’nin faaliyet tarzından ve fikir çizgisinden rahatsız olan, bu yüzden onunla bağlarını kesen liberal Alman arkadaşlarımız da var. Bu da FNV konusundaki hassasiyetimizin çok haksız olmadığının kanıtı.
Elimizde, birçok Avrupa ülkesinin demokrasiye bağlılığından şüphe etmek için haklı sebepler var. Almanya bunun dışında kalmıyor. Alman yönetimi Mısır’daki Sisi darbesine açıkça destek verdi. Demokrasi, seçim, insan hakları gibi değerleri savunmaktan kaçmada beis görmedi. Türkiye’deki 15 Temmuz alçak darbe teşebbüsüne karşı da açık bir tavır almadı. Vakfın Türkiye temsilciliği darbe teşebbüsüne net bir karşı çıkış sergilemedi, web sitesine demokrasiye açıkça sahip çıkan bir açıklama da koymadı. Gezi olaylarından beridir, liberal düşüncenin öngöreceği gibi demokratik meşruiyete, demokrasinin usul kurallarına sahip çıkmak yerine, Erdoğan’ı şeytanlaştırdı. Kolonyal bir güç gibi iç siyasetimize dalıp, liberal çevrelerde görüş ve tavır belirleyici bir konum almaya çalıştı. Her ne yolla olursa olsun Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılmasını isteyenlere özellikle katkı sağlamaya uğraştı. İlginçtir, kimseye haksızlık etmek istemem ama, bildiğim kadarıyla LDT hariç FNV’nin tüm Türkiye partnerleri de onunla aynı çizgide durdu. Artık kim kimi ikna etti, kim kimi yönlendirdi, bilmiyorum.
FNV’nin Türkiye temsilciliğinin 15 Temmuz karşısındaki bu tavrı — daha doğrusu tavırsızlığı — eskiden beridir var olan rahatsızlığımızı ağırlaştırdı. Bizi zaten azalmış olan ilişkileri askıya almaya yöneltti. Buna karar verdik ve durumu bir mesajla Vakfa ilettik.
Alman devleti tarafından finanse edilen bu vakıfların, kelimenin gerçek anlamıyla sivil toplum kuruluşu olarak görülebileceğinden şüphe duymaktayım. Tüm Alman vakıflarının Alman devletinin dış politikasına uygun hareket ettiklerini ve Almanya’nın menfaatlerini her şeyin önünde gördüklerini düşünüyorum. Bu amaçla zaman zaman bilgi çarpıtma ve manipüle etme yoluna gittiklerini; ülkelerinin menfaatlerini değerlerin önüne koyduklarını; başka bir deyişle, insan hakları ve demokrasi gibi değerleri ülkelerinin menfaatlerini korumak için araçsallaştırdıklarını gözlemliyorum.
Evet, ben bir liberalim. Değerlerin evrensel olduğuna inanıyorum. Bazı Batılı liberallerin çifte standartlılığı bu değerlerden vazgeçmemi gerektirmiyor. Ama ben aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bu ülkenin ayakta kalmasını ve bağımsız olmasını da istiyor ve önemsiyorum. Bir Almanın bunları kendi ülkesi için istemeye ne kadar hakkı varsa benim de kendi ülkem için istemeye o kadar hakkım olduğuna kaniyim. Almanya ile Türkiye arasında bir menfaat ihtilâfı varsa safım bellidir: Türkiye.
Almanların ve diğerlerinin bana benim ülkem hakkında akıl vermeye, ders öğretmeye kalkışmasından da rahatsızım ve bu davranışı çok çirkin buluyorum. Biri birinden Türkiye hakkında bir şey öğrenecekse, biz Almanlardan değil, Almanlar benden ve başka arkadaşlarımızdan öğrenebilir. Bundan böyle Batılı liberalleri T. C.’ye yönelttikleri eleştirilerin benzerlerini gerektiğinde kendi devletlerine de yöneltmedikleri sürece ciddiye almaya hiç niyetim yok. Liberal değerleri asla “Batı” değerleri olarak görmüyorum ve kendimi Batıya ne borçlu hissediyor, ne de Batıyı düşüncede patron olarak görüyorum. Hattâ birçok konuda Batı liberallerinin bizim rehberliğimize ve hocalığımıza ihtiyaçları olduğu kanaatindeyim.
Bunları yirmi sene önce bilemez ve düşünemezdim . Evet, hayat en büyük okuldur. Herkes sırasını beklesin.