Devlet hayatı boyunca önemli makamlarda bulunmuş, kritik olaylara şahit olmuş, kimi zaman kararlarıyla hâdiselere yön vermiş kişiler vefat ettiğinde Türk basınının klişelerinden biri devreye girer. Bu gibi durumlarda genellikle kullanılan başlık şudur: “Sırlarıyla gömüldü”
Klişeler sevimsizdir, ama hiç yok olmazlar, çünkü kullanışlıdırlar. ‘Sırlarıyla gömüldü’, o sevimsiz ama kullanışlı klişelerden biridir.
Bugün (23 Kasım 2019) toprağa verilen 25.Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt gerçekten de ‘sırlarıyla gömülmüş’ bir isimdir.
40 yılı aşan devlet hayatında şâhit olduğu olayların veya sırların haddi hesabı yoktur şüphesiz, ama biz bu yazıda üç kritik tarihte Yaşar Büyükanıt’ın oynadığı role, taşıdığı sorumluluğa veya sakladığı sırlara yoğunlaşalım.
Müslüman ahlâkında ölenin arkasından konuşulmaz, doğrudur. Ama bu yazıda dile getirilen görüşlerin çoğunu – belki tamamını- merhum yaşarken de dile getirmiş ve kamuoyuyla paylaşmış olduğum için kendimi ‘ölenin arkasından konuşmuş’ saymıyorum. Kaldı ki, devlet ve millet hayatına yön veren şahsiyetler mevzubahis olduğunda, dile getirilen konular da bunlara dair ise, bu kuralda bir istisna olabilir zannediyorum.
‘Kazanırız’ denilen çocuklar
Yaşar Büyükanıt, ileriki yıllarda devlet ve toplum hayatında sıkıntı yaratacak kararlarından birini 1986 yılında yılında vermişti. O yıl Kurmay Albay rütbesindedir ve Kuleli Askeri Lisesi’nin komutanıdır. 1986, Fethullah Gülen örgütünün askeri liselere sızma çabalarında kritik bir yıldı. O yıl, Kuleli’ye giriş sınavlarında bir iddiaya göre 250, bir başka iddiaya göre 450-500 civarında öğrenci Türkçe sorularının tamamını doğru cevaplandırmıştı. Bu durum, o güne kadar görülmüş değildi, dolayısıyla dikkat çekti ve soruşturma konusu oldu. Soruşturmanın neticesinde, bu öğrencilere sınav sorularının önceden verildiği, öğrencilerin Fethullah Gülen tarikatına mensup oldukları anlaşıldı.
Okul komutanı Yaşar Büyükanıt, bu vak’a üzerine ne yapmıştır?
Kuleli’ye, öteki memleket evlâtlarının hakkını yiyerek girmiş olanların pek az bir bölümünün kaydını sildirmiş, büyük çoğunluğunu ise bu haksızlığa rağmen okulda tutmuştur. Yaşar Paşa’nın bu kararı ‘bu çocukları kazanırız’ düşüncesiyle verdiği söylenir. (Şüphesiz ki, bu kararı tek başına almamış, muhtemelen Ankara’daki üstleriyle istişare etmiş, nihai kararı orası vermiştir ama nihayet bu durum Yaşar Paşa’nın sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor)
Aslında, Yaşar Paşa’nın tarih önünde yüklendiği sorumluluk bundan sonra başlayacaktı. Bir komutanın, okula sokulan/sızdırılan tarikatçı öğrencilerin ilerleyen yıllarda tâkibini yapması beklenirdi.
Kuleli’den 1990 yılından mezun olup Harbiye’ye başlayan bu tarikat çocukları, 1994 yılında Harbiye’den “teğmen” olarak çıktı.
Bu öğrencilerin, teğmenlikten generalliğe doğru ilerlemekte oldukları yıllarda, Yaşar Büyükanıt da, Genelkurmay İkinci Başkanlığına, Kara Kuvvetleri Komutanlığına yükselmiş ve nihayet Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en tepesine kadar gelmiştir. Üstelik, bu yıllar içinde Yaşar Paşa, Fethullah Gülen örgütünün devlet içindeki yasadışı faaliyetleriyle defalarca karşı karşıya gelmişti.
2016 yılına gelindiğinde bu ‘tarikat çocukları’nın çoğu, “Albay” ve “Tuğgeneral” rütbesindeydiler. 15 Temmuz darbesinde en kritik rolleri bunlar oynadı. Cumhurbaşkanının yaveri görevindeki Kurmay Albay Ali Yazıcı da, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Kurmay Albay Muhsin Kudsi Barış da 1994 yılında Yaşar Paşa ve üstündeki komutanların ‘kazanırız’ dediği çocuklardandır.
Soru şudur: Yaşar Paşa, 1986’daki o öğrencilerin, askeriyenin can damarları içindeki ilerleyişini nasıl takip etmez, hangi rütbelerde nerelerde görevlendirildiklerine ve oralarda neler yaptıklarına nasıl bakmaz?
Bakmamıştır!
Bakmadığını nereden biliyoruz?
15 Temmuz’da başımıza yağdırılan bombalardan!
Komutanları bunları kazanamıştır ama Cemaat içindeki “âbileri” ellerini bu çocukların üzerinden hiç çekmemiş, onları kendi devletlerine silâh çekecek, kendi halkını kurşunlayacak beyni yıkanmış militanlara dönüştürmüştür.
Yaşar Büyükanıt’ın Albaylığında verdiği o kararın bedelini devlet ve millet ağır ödemiştir.
Nuretin Veren’in Verdiği İsimler
1986 yılından, 20 yıl sonraya 2006 yılına gelelim.
Yaşar Paşa artık Genelkurmay Başkanı’dır.
16 Kasım 2006’da Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın yürüttüğü bir soruşturma kapsamında, 35 yıl Fethullah Gülen tarikatında bulunmuş, bu yapıyı yönetmiş, sonra ayrılıp Gülen örgütüyle mücadele girişmiş bir isim askerî savcıya ifade veriyor.
İfadeyi veren kişi Nurettin Veren’dir. Ana karargâhta savcı Mehmet Zekeriya Öztürk’e sekiz saat boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki Fethullahçıların isimlerini tek tek yazdırır. (Nurettin Veren, o gün itibariyle TSK içindeki Fethullahçıların oranını en iyimser tahminle, yüzde 40 olarak vermişti.)
Sonuç ne olur?
Bu ifadenin üzerinden bir süre geçer ve Nurettin Veren akşam televizyonda haberleri izlerken, bir yurtdışı seyahatinde bulunan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın hemen arkasında o sırada Londra’da Deniz Ataşesi olan Kurmay Albay’ı görür. Bu kişi, savcıya ismini verdiği subaylardan Muhittin Ergin’dir. İsmini örgüt mensubu olarak verdiği kişilerin hâlâ görevde ve Genelkurmay Başkanı’nın yanıbaşında olduğunu görür.
Nurettin Veren, bu durum karşısında, bu örgütle mücadele edemeyeceğini anladığını, bu amaçla kurduğu internet sitesini de kapatıp köşesine çekildiğini anlatıyor.
İfadeyi alan savcı Mehmet Zekeriya Öztürk’ün – ki Fethullahçı değildi, -bunu onun da bu örgüt tarafından daha sonra mağdur edilip sistem dışına itilmesinden biliyoruz- elde ettiği bilgileri Yaşar Büyükanıt ile paylaşmamış olması mümkün müdür?
Karargâhın başındaki isim olarak Yaşar Büyükanıt’ın hareketsiz kalmasının sebebi neydi?
Bugün gömülen sırlardan biri budur.
Flashdisk muamması
2007 yılındaki meşhur flashdisk konusunda da Yaşar Paşa’nın kamuoyuna hiçbir açıklama yapmamıştır.
2007 bahar ve yazlarında Yaşar Büyükanıt Genelkurmay Başkanı, İlker Başbuğ da Kara Kuvvetleri Komutanı’dır. Gazeteci Tuncay Özkan, eline geçen ve içinde TSK’da görevli yüzlerce askerin isminin ve kişisel bilgilerinin bulunduğu bir flashdiski İlker Başbuğ’a iletir. İlker Başbuğ, bu flashdiski, içindeki veriler daha çok Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile ilgili olduğu düşüncesiyle, Genelkurmay Başkanlığı’na bilgi vererek Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na gönderir.
Çok önemli bir flashdisk’tir.
15 Temmuz darbesinin gizemli ismi, firari Adil Öksüz o sırada “Hava Kuvvetleri İmamı’dır. Adil Öksüz, bu flash disk’in devletin eline geçtiğini öğrendiğinde:“Bütün emeklerimiz heba oldu” diye oturup ağlamıştı. (Bu bilgi, 15 Temmuz’dan sonra açılan soruşturmalarda verilen bir tanık ifadesi olarak mahkeme kayıtlarına girmiştir)
O günün Genelkurmay Başkanı olan Yaşar Büyükanıt’ın bu flashdisk’ten haberi olmadı mı? 1986’da ‘kazanırız’ dediği çocukları sonraki yıllarda takip etmemiş olan Yaşar Paşa, 2007’deki bu flashdiskin âkıbetini neden merak etmedi? Karargâhındaki Fethullahçıların bu konuyu onun bilgisine hiç sunmamış oldukları ihtimalini düşünelim.
Peki Kara Kuvvetleri Komutanı olan İlker Başbuğ da mı bu konuyu Yaşar Paşa’yla hiç konuşmadı?
Bu mümkün müdür?
Flashdisk’teki veriler 2007 yılında TSK’daki Gülen örgütü kadrolarının tasfiyesinde neden hiç kullanılmadı. ‘İrtica hassasiyeti’ bilinen komutanların bu konudaki hareketsizliğinin îzâhı neydi?
Bu konuda İlker Paşa’nın sessizliği de ayrıca şâyân-ı dikkattir.
27 Nisan bildirisinin bilmediği bir sırrı mı var?
Yaşar Büyükanıt’ın siyasi tarihimizde karanlıkta bıraktığı konulardan biri 27 Nisan bildirisidir.
Murat Yetkin, “Sırlarıyla Defnedilen Büyükanıt’ın Ardından” başlıklı yazısında, 4 Mayıs 2007 günü Dolmabahçe’de yapılan Tayyip Erdoğan-Yaşar Büyükanıt görüşmesi için, “Bu görüşmenin içeriğinden daha çok merak ettiğim bir haber konusu yoktur” diyor. Elbette merakı mûcip bir konudur, ama aşağı yukarı ne konuşulduğu/nasıl bir pazarlık yapıldığı da tahmin edilebilir.
Benim asıl merak ettiğim ise, 27 Nisan bildirisini, “tek başına”, “öteki komutanlara haber vermeden” yazmış olmasının hangi şartlar içinde gerçekleştiği. Yaşar Büyükanıt, bildiriyi ‘bizzat kendisinin kaleme aldığını’ söylemişti.
27 Nisan bildirisi şu bakımdan önemlidir: Bu bildiri sonrasında yaşanan gelişmeler, AK Parti eliyle Fethulah Gülen örgütünün devlet içindeki yapılanmasını tarihinin en ileri aşamasına taşımıştı. Bu bildiri, hükümetle TSK arasında zaten kırılgan olan güven ilişkisini tümüyle bitirmiş, aradaki bütün köprüleri atmış, hükümetteki, TSK’nın kendisini bir şekilde görevden uzaklaştırma niyetinde olduğu kanaatini pekiştirmişti. Bu durumun sonucu olarak hükümet, emniyette ve yargıda Fethullahçı kadroların önünü daha önce benzeri görülmemiş şekilde açmıştı. 81 ilin emniyet müdürleri içinde 74’ünün bu Cemaat’in adamlarına teslim edilmesi bu şartlar içinde olmuştu.
“Lâiklik hassasiyeti” üzerinden yayınlanmış bir bildirinin sonucunun böyle olması üzerinde hiç kafa yormayacak mıyız?
Çok partili dönemde siyasi tarihimiz bir darbeler/ muhtıralar tarihidir. Ama bu darbe ve muhtıra bildirileri içinde hiçbirini bir Genelkurmay Başkanı, öteki kuvvet komutanlarına haber vermeden, “tek başına” kaleme alarak kamuoyuna duyurmamıştır. Bunun örneği yoktur.
Yaşar Paşa’nın, hükümetle TSK arasında yaratacağı güven bunalımıyla Fethullahçı kadroların önünü açan bu 27 Nisan bildirisini hangi şartlar içinde, “tek başına” kaleme aldığı bize göre izâha muhtaç bir konudur. Yaşar Büyükanıt bu örgütün şantajına mâruz kalmış bir Genelkurmay Başkanı’ olduğunu biliyoruz. Bu şantajın konusunun ne olduğunun tafsilâtına girmeye gerek yoktur. Üzerinde asıl durulması gereken sorular, bu şantajların ne zaman başladığı ve sonucunda örgütün Büyükanıt’tan istediklerini alıp almadığıdır.
Yaşar Paşa, bugün toprağa veriliyor.
Allah rahmet eylesin ve taksiratını affetsin.
İmam efendinin ‘merhuma hakkınızı helal ediyor musunuz?’ sorusuna ‘ediyoruz’ diye cevap vermek Müslüman ahlâkının bir icâbıdır.
Ama Yaşar Paşa eğer, son nefesini vermeden önce, bu kadar belâlara, ihanetlere uğramış bu millete, başımıza ne geldiğine dair bütün bildiklerini anlatmış olsaydı, millet ona hakkını daha bir gönül rahatlığıyla helâl etmez miydi?
.