Babam 1931 doğumluydu. O dönemin uzaktaki bir köyde doğan çocuklarının büyük kısmı gibi mektep yüzü görmemişti. Okuması yazması yoktu. Manisa’da yaptığı iki yıl askerlikten miras kalan bir iki kelime dışında Türkçe de bilmezdi. Bütün bir ömrünü Kürtçe yaşadı.
Hayat hikâyesi çok tanıdık, çok sıradan… Evlenen kardeşler, büyüyen aile, yetmeyen toprak ve zorunlu bir köyden kente göç hikâyesi. Şehrin yolunu tutan her aile gibi Diyarbekir’in yoksul mahallelerinden birine yerleşme ve ardından çetin bir yaşam mücadelesi.
İki şeyden anlardı babam; topraktan ve hayvandan. Toprak eski göz ağrısıydı. Bazen bir vesile ile yolumuz köye düştüğünde gözleri parlardı. Ekinlere şefkatle bakar; geçmiş günlerde o güzelim toprağı nasıl işlediklerini bir çocuk heyecanıyla anlatırdı. Şehirde toprak ile bağı kesildi. O da yapabileceği tek işi yaptı ve hayvancılık ile uğraştı.
“Evdo yê çav bi kil”
Bizim buralarda hayvan alım-satımı ile uğraşanlara “cambaz” derler. Babam Diyarbekir’in bilinen cambazlarından biriydi. Ona “Evdo yê çav bi kil” derlerdi: “Gözü sürmeli Abdullah” ya da “sürme gözlü Abdullah.”
Daha gençken, muhtemelen mavi gözlerini daha parlak kılmak için çektiği sürme, sonrasında onun vazgeçemediği bir alışkanlığı olmuştu. Sorduğumuzda, sürme çekmediğinde gözlerinin kızardığını, kaşındığını ve sulandığını söylerdi. Bir zorunluluktu yani. Lâkin çocukken genellikle öğle vakitlerinde tanık olduğum sürme çekme seanslarında, onun gözlerinde bir mecburiyetten ziyade bir keyif görürdüm. Hayvan pazarından gelir, yemeğini yer, namazını kılar ve özenle aldığı sürmeleri huşu içinde gözüne çekerdi. Ardından çarşıya çıkar ve lâkabını hakkıyla taşırdı.
Çok sade bir hayatı vardı babamın. Siyasetle ve derin meselelerle alâkadar değildi. Duygusal bir insandı. Memlekette veya dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen üzücü bir haberi duyduğunda içten hüzünlenir, yürekten bir “ah” çekerdi. Fakat bunların nasıl çözülebileceğine dair bir fikri yoktu. O işlerle ilgilenen birileri mutlak vardı ve evelallah bir çözüm bulunurdu.
Hayatın gayesi
Onun tek bir gayesi vardı vardı; ekmeğini helâl yoldan kazanmak ve evlatlarını doğru bir şekilde yetiştirmek. Bütün derdi tasası buydu. İşine gücüne bir hile bulaşmasındı. Çocuklarının boğazından haram lokma geçmesindi. Evlâtları ele güne muhtaç olmasındı. Kötü yoldan uzak dursundu. Kul hakkına girmesindi. Kimsenin malına göz dikmesindi. Başkasının hukukuna riayet etsindi. Harama el uzatmasındı. Adlarına leke düşmesindi. Herkese elden geldiğince yardım etsinlerdi. Kimseye bir kötülükleri dokunmasındı… Ömrünün tamamını buna adadı.
Geleneksel bir Müslümandı. Cemaatlerle, tarikatlarla bir ilişkisi olmadı hiç. Geçen yıl beyin kanaması geçirip yatağa bağımlı hale gelinceye kadar, bütün vakit namazlarını hep camide kılmak, onun için tartışılmaz, tartışılması teklif edilemez bir kuraldı. Son yıllarında ağırlaşan hastalıklarından ötürü kışın soğukta, yazın sıcakta camiye gidip gelmek epey güçleşmişti. Yolda düşüp kalır, başına bir şey gelir diye endişeleniyorduk.
Birkaç kez onun da tanıdığı ve sözlerine kulak vereceğini tahmin ettiğim hocalardan nakil getirip, namazını evde kılması için ikna etmeye çalıştım. Her seferinde sükûnetle dinledi ve tek bir cümleyle konuyu kapattı: “Tû li karê xwu mêzeki! (Sen kendi işine bak!)” Camiye gitmek ve cemaatle hasbıhal etmek onu yaşama bağlayan en mühim bağdı; gücünün yettiği son güne kadar tüm zahmetlere rağmen o bağı muhafaza etti.
Saf bir dindardı. Çocuklarının da namazında niyazında olmasını çok isterdi. Bunun için telkinde de bulunurdu ama bunu hiçbir zaman bir dayatmaya dönüştürmezdi. Çevreden eleştiri alırdı, hatâlı davrandığı ve çocukları başıboş bıraktığı söylenirdi. Ona göre ise çocukları zorlamak doğru değildi, onlar gün gelecek kendi doğrularını kendileri bulacaktı. Gerçekten de öyle oldu. Üç ağabeyimin de bıçkın ve asi tarafları vardı; zaman onları törpüledi ve babamın düşünü kurduğu kıvama getirdi.
İktidar ve otorite
Sadece dinde değil, diğer meselelerde de hoşgörülü ve yumuşaktı. Şimdi hafızamı zorluyorum da, bütün kardeşler anamızdan çok sopa yedik. Babamız ise bize bir fiske bile vurmadı. Bize kızardı elbette, bazen sinirlerini tel tel ettiğimiz de olurdu. Bu durumda dahi bize birkaç ağır lâf eder ve sonra sırtını dönüp giderdi. Ve o hareket, bize verilecek en ağır ceza olurdu. “Keşke birkaç tokat atsa da bunu yapmasa” diye neler vermezdik, ama o bir kere bile elini bize kaldırmadı.
Bizim evde iktidarı anam temsil ederdi. Babam ise bir otoriteydi. Kendiliğinden oluşan bir yapıydı bu. İktidar, varlığını sürdürmek için bazen zora müracaat etmekten kaçınmazdı. Fakat otoritenin meşruiyeti o kadar güçlüydü ki onun zorla işi olmazdı. Babamın bize bir şey söylemesine ihtiyacı yoktu. Onun sınırlarını iyi bilirdik. Onu üzmemek ve onun karşısında utançla boyun eğmemek için bu sınırlara mümkün mertebe riayet ederdik.
Yumuşak huyluydu, ama bir mevzuda doğru bellediğinden asla geri durmazdı. Meselâ okuyamamıştı, ama okumanın iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Ailede kız çocuğunu okula ilk gönderen o oldu. Keza evliliğin bir “zor işi” değil bir “gönül işi” olduğuna inanıyordu. Bunun için, ailesi ve kardeşlerini karşısına alma pahasına, kızının geleneğin emrettiği kişi ile değil istediği kişi ile evlenmesini sağlayan da o oldu.
Şimdinin gençlerinin ve çocuklarının bunların ne kadar değerli olduğunu anlamalarının zor olduğunu biliyorum. Fakat o günün şartlarında bunlar “devrimci” bir çıkıştı. Kopan fırtınalar onu yolundan döndürmedi. Başını alıp giden rivayetler ona zerre kadar tâviz verdirmedi. Ablamın arkasında dağ gibi durdu. Onun açtığı yoldan ailenin diğer kızları ilerledi.
Bol kepçeden sevgi
Döneminin diğer insanları gibi, sevgisini göstermekte pek mahir değildi. Evlâtlarını çok sevdiğinden ve onlar için gözünü budaktan sakınmayacağından adımız gibi emindik. Gel gör ki, bunu bize göstermezdi. Hep bir mesafe vardı aramızda. Büyüklerinden öyle görmüş, öyle devam ettirmişti. Ama torunlarının olmasıyla birlikte o mesafeli adamın yerini bambaşka biri aldı. Sevginin gösterimi mevzuunda bize nekesken torunlarına çok cömert davrandı. Kimbilir, belk, bize göstermekten imtina ettiği sevgiyi torunlarına bol kepçeden sunmasının nedeni, arayı kapama hevesiydi.
Çok şükür uzun bir ömrü oldu babamın. Son üç dört yıla kadar da sağlıktan yana büyük bir sorunu olmadı. Ömrünün son deminde yaşadığı rahatsızlıkları da hep metanetle karşıladı, hep şükretti. Ve bir Cuma sabahı karısının, kardeşlerinin, çocuklarının, torunlarının ve akrabalarının arasında huzur içinde vefat etti.
Bir süredir dûçar olduğu hastalıklar bizi ister istemez kaçınılmaz sonu düşünmeye sevk ediyordu. Kendimce zihni bir hazırlık içindeydim. Ancak ölümün soğuk çanı gelip kapıyı çaldığında, aslında ölüme hazırlık diye bir şeyin olmadığını çok daha iyi anladım.
Yolun yarısını aşsanız da, torun torbaya karışsanız da insanın babası bir kere ölüyor, insan gerçekten kör oluyor. Boğazı düğümleniyor insanın, bir kaya gelip göğsünün üzerine yerleşiyor.
Ve nefes alamadığı o anda insan yetimliğin bir yaşının olmadığını yüreği kanayarak kavrıyor.
Allah bütün ölmüşlere rahmet eylesin ve bütün yetimlere de yardımcı olsun.