Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIHayat boyu klasikler

Hayat boyu klasikler

Kitaplar aslına bakılırsa tam da somut gerçekliğin dışını, iç gerçekliğimizin en geçilmez kısmını temsil ederler. En çok -neye ne kadar sahip olursak olalım- bir türlü yetmeyen hayatımızın üzerine çıkmak istediğimizde aklımıza gelirler. Yaşamak için yaşamanın ağırlığını hafifletir, hep başka türlüsünü akla getirir ve ayakta durmamıza yardım ederler.

İnsan her zaman yaşadığı somut gerçekliğin dışında ayrı bir gerçeklik alanı yaratmış ve pratik bir amaca hizmet etmeyen kural dışı bir dünya kurma çabası içinde olmuştur. En ciddi işlerde bile hep bir ironik yan bulmuştur. Mağaralara çizilen resimler bize, ilk günden itibaren tek meselenin karın doyurmak ve sıcak bir yatakta uyumak olmadığını taşlara kazırcasına anlatır.

Faydasız olan, bağımsız olandır; her şeyden, küçük menfaatlerden, büyük ideallerden, yakıcı hırslardan ve acıklı hallerden bağımsız olan olduğu için, vazgeçilmezdir. Başka bir ifadeyle, gerçek manasıyla bağımsızlık, sonu bilinmeyen bir hayata en uygun şekliyle yaşamakla gelir; belirsizliğe cesaretle karşı koymak ve hiçbir şeyde pratik faydayı öne koymamakla… Faydasızlığın Faydası (Bilgi Üniversitesi Yay.) kitabının yazarı Nuccio Ordine, Hayat Boyu Klasikler’de de (HBK, Alfa Yay.) aynı şeyi anlatır: faydasız olanın anlamını!   

Homo ludens, insanın oyun oynayarak serbest bir gerçeklik kurmasını ve kendini en çok hiçbir amacı yokmuş gibi görünen faydasız uğraşlar içerisinde anladığını ifade etmez mi zaten? Pratik bir amaca yönelen eylemlerimiz çok geçmeden çevresel şartların etkisine girer ve bir süre sonra kendimizi unutturarak çocuksu hayallerimizin yerine geçer. Sevecenliğimizi kaybeder, renksiz bir dünyaya tamah ederiz. Sosyal gerçeklik iç gerçekliğimiz olmuştur artık ve sevgimiz kendimizin olmaktan çıkmıştır.  

Daha çok kazanmak ve daha çok yaşamak arzusu, kendi yalnızlığımızla oyun oynamamızı engeller. Herkes gibiyizdir ve oyun son bulmuştur; içi boş bir ciddiyet yolumuza çıkmıştır. Oysa oyunsuz, hayal gücünden yoksun bir ciddiyet hemen her zaman vasatlıkla son bulur!

Aşırı ciddiyet bir tür faydacılıktır, burada kişi ne istediğini tam olarak bilemediği için buna aşırı derecede kafa yormaktan kaynaklı bir saplantı içindedir. Tam o esnada, ciddiyetin en aşırı haline ulaştığı anda kendinden başka kimseyi görememektedir. Diğer insanlar silinmiş, tıpkı onlar gibi silindiği için kaybettiği kendi kendisini görme çabası içerisindedir. Nafile bir çabadan fayda ummaktadır. Ciddiyet, baş edilemeyen yalnızlığın maskesi gibidir ve tek ilacı sevecen bir keyifli haldir. Sadece faydalı olanın resmi yüz ifadesidir. Aksi halde, yalnızlık olabildiğince fazla insanla anlamlı anlamsız ilişki kurmak şeklinde kendini gösterir ama boşluk daha da derinleşir. Çünkü, “Sadece faydalı olanla uğraşmak insanın ruhunu kurutur. ‘Faydalı olmayan’la uğraşmak hayatımıza daha güçlü ve daha asil bir anlam kazandırmamıza yardımcı olur.” (HBK, s.91)      

Ordine’den hareketle söylersek, bu hastalığın en büyük ilacı, kitaplardır; en çok da klasik kitaplar. Klasik olanlar, faydasız olanlardır. Kurmaca kitaplar, her türlü gerçekliği alt üst eden birer oyunbozanlık kaleleridir. Yalnızlığın oyuna dönüşmüş halidir. İyi bir eser okuyan birinin ruh hali en çok oyun oynayan bir çocuğunkine benzer bu yüzden. Artık sahipsiz ve tek başımıza değilizdir. Bir süreliğine hayatın keyifsiz gerçekliğini unutmuş, olmak istediğimiz dünyayı kendi içimizde kimsenin yardımı olmaksızın tek başımıza kurmuşuzdur. Ardından, yalnızlığımızın içinden gizli bir başka anlam gelir ve hayatımızı hiç kaybetmeyeceğimiz hissiyle sonsuz bir sevince dönüşür. Yourcenar’ın, “İnsanın asıl doğum yeri kendine ilk defa bilinçli olarak baktığı yerdir; benim ilk vatanım kitaplardı” demesi boşuna değildir.

Nedensiz okumalar, içimizdeki kalenin yapı taşlarını oluşturur ve sonra hayat karşısındaki en güçlü savunma silahlarımız olurlar.   

Kitaplar aslına bakılırsa tam da somut gerçekliğin dışını, iç gerçekliğimizin en geçilmez kısmını temsil ederler. En çok -neye ne kadar sahip olursak olalım- bir türlü yetmeyen hayatımızın üzerine çıkmak istediğimizde aklımıza gelirler. Yaşamak için yaşamanın ağırlığını hafifletir, hep başka türlüsünü akla getirir ve ayakta durmamıza yardım ederler. Ayakta durmak, karşı koymaktır çünkü ve kitaplar hep dik dururlar! “Klasiklerin yaşamımıza yardımcı olmalarının sebebi, yaşam sanatı ve faydacılık ile kârın diktatörlüğüne karşı koyma konusunda anlatacak çok şeyleri olmasıdır.” (HBK, s.16-17)    

Bir üniversite hocası olan Ordine -Türkiye gibi hırsı yüksek ama belirsizlikleri ve gelecek kaygıları hayli fazla ülkelerde her üniversite hocasının hemen her gün karşılaştığı gibi, muhtemelen!- faydalı olan-olmayan meselesinin öğrencilerin eğitim hayatına ne büyük bir etkide -ve de kötülükte!- bulunduğuna yakından şahit olur. Öğrenciler, sürekli olarak piyasa koşullarına göre kendilerini geliştirip kazancı yüksek -ve mümkünse saygın- bir iş bulma baskısı altında ezilir, tutkularının peşinden gitmeyi, sonu bilinmez bir büyük maceraya atılmak gibi görürler.

Meslek edindirmeyen bölümler ve okullardaysalar şayet, sürekli olarak kendi kendilerini değersizleştirerek bunu zevkle yapmakta olan topluma epeyce yardım ederler. Böyle bir okul, tartışmasız, hayat karşısında yenilmiştir. Olan biteni değiştirme ve ideale doğru götürme gücünü tamamen yitirmiştir. Öğrencileri işler bulmuş ama iş olsun diye çalışmanın ötesine geçememişler demektir. Oysa eğitimi meslek edinmeye indirgemek, kişinin zihinsel ve ruhsal ihtiyaçlarını yemek yiyerek karşılamaya çalışmasından çok da farklı değildir. Yemeye devam ettiğiniz sürece sorun kendini belli etmez ama her boşlukta daha büyük bir kaygı halinde varlığını sürdürür. O artık bitmeyen bir açlık halinde hayatımızı yiyip duracak olan bir obezlik halidir.  (Bu durum, mağaralara harika resimler çizen ilkeller için anlaşılmaz bir şey olsa gerektir!)

Kaldı ki bu, insanı mesleğine indirgemek demektir. “Bir insanın sadece ‘mesleğiyle’ özdeşleştirilmesi, çok ciddi bir hata olur: her insanın içinde doktor, avukat veya mühendis olarak faaliyet göstermenin çok ötesinde bir şeyler vardır.” (HBK, s.32) Ordine ve işine tutkuyla bağlı insanlar için esas önemli olan işte o “çok ötesinde olan”ı bulmaktır. Bunu kim, nerede ve nasıl bulabilir? Teknik olanın bile, derin bir düşünsellikten ve hayal gücünden süzülüp geldiğini nasıl açıklamalıdır?   

Bunun en basit cevabı, çıkarsız, temiz bir merak ve yürekten bağlı olunan anlamlı bir hayattır, herhalde: “Çıkarsız merak olmadan yaratıcılığın ve hayal gücünün gelişmesi zordur. ‘İyi okul’ interaktif multimedya tahtalarından, tabletlerden, müdür-işletme yöneticilerinden veya şirketlerle ve profesyonel hizmet firmalarıyla yapılan birkaç saatlik demagojik sözleşmelerden kaynaklanmaz; ‘iyi okul,’ yalnız ‘iyi hocalara,’ ‘mecburi araçlardan’ vazgeçerek ‘öğrencinin tek saygı kaynağının hocanın insani ve entelektüel özellikleri’ olmasını sağlayanlara bağlıdır.” (HBK, s.251) 

Ordine, burada temiz, çıkarsız bir merak kısmını açıklıyor ama yürekten bağlı olunan bir hayatı nerede, nasıl bulacağımızı yanıtsız bırakıyor. Onun cevabı ise anlamlı bir hayatın ne demek olduğundan geçiyor olmalı. Anlamlı hayat, her şeyden önce hiçbir şeyin yok olup gitmeyeceğine ve güçlü bir sonsuzluk düşüncesine inanmaktan geçiyor olmalı. Sevgiyle, her anı canlı ve hareket halinde düşünerek yaşanan, kalıcı bir hayat başka nasıl mümkün olabilir ki? Tıpkı mağara duvarlarında resmedilene bakınca insanın aklına gelenlerde olduğu gibi yani! Tıpkı klasikler gibi yani. Tüketilemeyen, yok edilemeyen, bizden hiçbir zaman alınamayacak ve içimizden atılamayacak olan hayata yürekten bağlanırız.   

Kısacası, faydasızlığın faydası, faydalı olanın dar menfaat dünyasının derin anlamsızlığında yatar. Tıpkı zenginliğe ulaşan her insanın şaşkınlıkla yaşadığı anlamsızlığın boşluğa dönüşen deva bulmaz ruh halinde olduğu gibi. Belki de bunu anladığımız gün, faydasız ilimden sakınmayı da gerçek manasıyla öğrenmiş oluruz, kim bilir!

Not: Bartın’da yaşanan olayın acısını ayrı ayrı içimde duyarak yazdım bu yazıyı. En çok da babasız kalan çocuk yüzler geldi aklıma. Başımız sağ olsun.

- Advertisment -