BİR
1990 yılında Maltepe Askeri Lisesine girdim. Yaşım 14’tü; yani bir çocuktum. İlk yılımızdı, İngilizce hazırlık sınıfındaydık. İyi bir dil eğitimi veriliyordu. Streamline adlı bir kitap serisi okuyorduk. Günler Mr. and Ms. Brown’la sürerken, İzmir’in ısıtıcı kış güneşinin vurduğu, palmiyelerle süslü iç bahçede geçen ders sonrası boş zamanlarımız, ne olduğunu tam bilemediğimiz bir “denetleme” haberiyle tatsızlaşmaya başladı.
Bu habere göre, Kara Kuvvetleri Komutanı denilen biri önümüzdeki aylarda İzmir’e denetlemeye gelecekti; o kişinin bizim okula uğramasının da neredeyse kesin olduğu söyleniyordu.
Kara Kuvvetleri neydi, Komutanı ne demekti hiçbir fikrim yoktu; çocuktum.
Öte yandan, başımızdaki komutanların haberi duyuruşundaki tondan ve sonrasında aldıkları telaşlı önlemlerden, bahsi geçen kişinin önemli ve sert biri olduğunu anlayabiliyordum.
“Hareket eden şeylere selam ver, duran şeyleri boya” formülünü sanırım ilk kez o zamanlar duydum. Okulun her yeri baştan aşağı yıkanıp boyanmaya başlandı. Askerî eğitimler de bir miktar artırıldı ama esas, komutanların üstüne basa basa durduğu ve benim o sıralar anlam veremediğim ve şaşkınlıkla izlediğim başka bir şey daha oldu.
“Atatürk Kimdir?” başlıklı, 10 maddelik (9 değil, 11 değil, 10 maddelik!) bir metin varmış, bunu sular seller gibi ezberlememiz gerekiyormuş, gelecek olan Kara Kuvvetleri Komutanı bunu herkese sorabilirmiş!
Bu metni neden ezberlememiz gerektiğini çocuk aklımla belli belirsiz sezebiliyordum, ama Ms. Brown’a bu metni ezberletmeye kimsenin gücü yetmez gibi geliyordu bana, uzatarak bir “why?” derdi en azından. Böyle düşünüyordum.
İşin daha da tuhaf ve zorlaştırıcı yanı şuydu: Kara Kuvvetleri Komutanı denilen o kişi, bu metni baştan aşağı sormuyormuş. Şöyle yapıyormuş: “Yedinci maddeyi söyle!” diyormuş. Yani metni ezberlemek yeterli değilmiş, metni sırasına uygun biçimde ve sıra numarasıyla birlikte ezberlemek gerekiyormuş!
Why? İşte öyle!
Bizi bu sorguya hazırlamak için, başımızdaki subaylar bu denetlemenin öncesindeki birkaç ay boyunca, bizi gördükleri çeşitli anlarda, örneğin teneffüs saatlerinde, yemekhaneden çıkarken, merdivenden inerken, yatakhaneye giderken yahut kantin sırasında poğaça almak için beklerken, bizi ansızın durdurup “sekizinci maddeyi söyle bakalım!” diyerek provalar yaptırıyordu. Dolayısıyla biz, tüm o boş zamanlarımızda, teneffüs saatlerinde, yemekhaneden çıkarken, merdivenden inerken, yatakhaneye giderken ve kantin sırasında poğaça almak için beklerken hep o soruyla muhatap olma teyakkuzuyla yaşıyorduk: “Üçüncü maddeyi söyle bakalım!”
O maddenin hangisi olduğunu birkaç saniye içinde doğruca hatırlamalı ve yüksek sesle, takılmadan söyleyebilmeliydik.
Belirsiz bir gurur içinde ezberi başarıyla tamamladığımızı düşünürken aslında yanıldığımızı anladığımız da oluyordu. “Hayır, bu altıncı maddeydi, doğru dürüst ezberle, yarın tekrar soracağım!” deniliyordu bu durumlarda. Ertesi gün tekrar sorulmamak için, sırasıyla ezberlemeye çalışıyorduk, iyice.
O metnin birinci maddesini 32 yıl sonra bugün bile hatırlıyorum.
“Atatürk, yurdumuzu düşmanlardan kurtarıp bugünkü hür ve demokratik ortamda yaşamamızı sağlayan en büyük insandır.”
Metin, “… yapan en büyük askerdir, … sağlayan en büyük devlet adamıdır, …. veren en büyük inkılapçıdır” şeklindeki aforizmalarla devam ederek 10’a tamamlanıyordu.
Sonradan öğrendim, bu absürt “iş”in faili, Orgeneral Muhittin Fisunoğlu imiş. Söylenenler doğru ise, Atatürkçülüğü on maddede “zip”leyen bu metni de kendisi kaleme almış.
On yıllar sonra, niteliksiz olduğunu kendisinin de bildiğini sandığım bu sloganik ve aforizmik metni bir korku ve baskı aracı olarak komutası altında bulunan yüz binlerce kişinin ezberlemesi için tüm yurt sathına salan Fisunoğlu’nun Nuriye Akman’a verdiği bir röportajını okudum.
Orgeneralliğe kadar yükselmiş, Kara Kuvvetleri Komutanı olmuş, alabileceği sadece tek bir makam kalmış. Fisunoğlu, o makamı yani Genelkurmay Başkanlığını alamadığı için, başta Doğan Güreş olmak üzere, kendisi hakkında Başbakan Tansu Çiller nezdinde negatif propaganda yaptıklarını düşündüğü dönemin orgenerali silah arkadaşlarına ateş püskürüyordu bu röportajda ve şunu diyordu onlar için: “Cenazeme de gelmesinler!”
Fisunoğlu paşamız Genelkurmay Başkanı yapılmak yerine emekli edildiğini TRT’den öğrendiği o 1993 akşamı, ikametgahı olan Çankaya Köşküne bitişik orgeneraller lojmanlarından pijamalarıyla, evet pijamalarıyla, çıkmış ve “hani söz vermiştin, hani sen emekli olacaktın, ben genelkurmay başkanı olacaktım” diye hesap sormak için amiri Doğan Güreş’in konutunun kapısına dayanmıştı! Bunları, o röportajda kendisi anlatıyordu.
İKİ
Mehmet Ali Çelebi’nin AKP’ye geçmesine en sert tepkiyi, haklı olarak, onunla cezaevinde kader arkadaşlığı yapan komutanları gösterdi. Bu komutanların bir kısmı subay, bir kısmı general ve amirallerdi.
Verilen bu sert tepkiler kabaca iki kümeye ayrılıyordu.
Birinci kümedekiler özetle “yazıklar olsun, söylenecek söz yok, susuyorum!” diyordu. İkinci kümedekiler ise Çelebi’yi artık yolunu şaşırmış bir çeşit kaçkın görerek aforoz ediyor, dışlıyor ve artık kendilerinden görmediklerini ilan ederek “güle güle Çelebi!” diyordu.
Bana kalırsa, muazzam bir şaşkınlıktan kaynaklandığı anlaşılan bu tepkilerin her iki türü de böylelikle bir kolaycılığı tercih etmiş oluyor.
Zira her iki tepki biçimi de o sosyal ve siyasal çevrenin “bir tip olarak Çelebi”yi üreten nitelikleri hakkında eleştirel ve açıklayıcı bir düşünme girişiminden ve o niteliklerle yüzleşmekten kaçıyor.
Kolaycılığa sapmayan ama aslında zor da olmayan bir girişimin başlangıç noktası şu basit soru olmalıydı: Nasıl olmuştu da Silivri’nin şövalyesi, gönüllerin genelkurmay başkanı, maskotumuz, teğmenimiz Çelebi, AKP’ye geçme kararı almıştı?
Soruyu şiddetlendirebiliriz de: Nasıl olmuştu da Çetin Doğanları 90’a varan yaşlarında cezaevinde tutan bir iktidara yanaşabilmişti Çelebi?
Çoğu kişi bu sorunun cevabının peşine düşmekten kaçınırken, kendisini tanıyanlar arasında bundan kaçmayan ve gerçeğe en çok yaklaşan açıklamayı getiren kişi Fatma Sibel Yüksek oldu.
Yüksek, Ergenekon yargılamalarından tanıdığı Mehmet Ali Çelebi için Twitter hesabından şunu yazdı:
“Bu çocuğu Ergenekon davalarında tutuklu olduğu günlerden, mahkeme salonlarından tanırım, su katılmamış bir salak olduğuna daha o gün karar vermiştim ancak her konuda linç yemekten bıktığım için bir şey demiyordum.”
Yüksek’in bu saptaması, asker kökenli kişilerin “bu çocuk böyle değildi, nasıl bu hale geldi, valla anlamadık” diye özetleyebileceğimiz genel yaklaşımından ayrılıyor ve açıkça “Bu çocuk hep böyleydi, şaşılacak bir şey yok” demeye getiriyordu.
Bu kendinden emin ve şeddeli (“su katılmamış”) tespit karşısında biraz durup düşünmek icap ediyor.
Yüksek’in onda gördüğü şey neydi ve o şey her ne ise, onlarca general ve amiral onu nasıl görememişti? Görememiş miydi?
Yüksek’in tam olarak ne demek istediğini anlayabilmek için, Çelebi’nin Ergenekon yargılamaları sırasındaki savunmasının videosunu notlar alarak birkaç kez izledim. Sizin de izlemenizi öneririm.
Fark ettiğim şey şu oldu: Tıpkı Fisunoğlu’nun 10 maddesi gibi, Çelebi sürekli aforizmalarla ve sloganlarla konuşuyordu. Yüksek’in adına “salaklık” dediği şeyin bir bölümü galiba “slogan ve aforizmalarla düşünme ve konuşma eğilimi” biçiminde tezahür ediyordu.
Askeriyenin entelektüel kuraklığı içinde birçok komutanına fiyakalı geldiği anlaşılan ve “vay be, çocuk ne konuştu yahu” dedirten bu cümlelerin gerçek mahiyetleri “bir saniye, gerçekten ne dedi bu şimdi?” diye üzerine azıcık düşünüldüğünde ortaya çıkıyordu.
Çelebi’nin mahkemedeki o konuşmaları epik olmaya çalışıyor, epik gibi görünüyor ama epiğe yaklaşamıyor, ancak “cringe”de kalıyordu.
Kendi içine kapanık ve bilimsel olmadığı için yanlışlanamaz bu ifadeler, sözüm ona bir belagat ve yüzeysel bir cerbeze barındırıyor görünse de tıpkı bir marş gibi, bize aslında ya hiçbir şey söylemiyordu ya da söyledikleri, gerçeklikten kopup söyleyenin boyunu aştığı ölçüde “cringe”leşiyordu.
Bu “cringe” şeylerin bir diğer önemli özelliği ise aslında hiçbir gerekçelendirmeye dayanak yapılamaz oldukları halde, tuhaf biçimde, bir yandan da her türden şeye dayanak yapılabilir oluşlarıydı.
İşte tam da bu nedenle, Çelebi’nin konuşmasına egemen, toplumsal ve siyasal bir mesnetten yoksun o akıl yürütmeler, o alegoriler, o sloganlar ve aforizmalar, birkaç kelimesinin değiştirilmesi halinde tıpkı Atatürkçü bir askerin ağzına yakıştığı gibi, enternasyonalist bir devrimcinin de, bir faşistin de ve bir siyasal İslamcının da ağzına yakışabilirdi.
Kendisinin neden AKP’ye geçtiğini açıkladığı o güncel videoyu izleyin; slogan ve aforizmalarının ve oradan türettiği argümantasyonun Silivri yargılamalarındakine nasıl da benzediğini göreceksiniz. Tonlamalarının bile!
Çelebi aynı argümantasyonu AKP’yi lanetlemek için de AKP’yi yüceltmek için de kullanabilme hüneri gösteriyordu.
Şimdi kendinden emin marşlar eşliğinde Çelebi bir yere doğru uygun adım yürüyor. Peki ama nereye yürüyor?
Burada da biraz durup düşünmek gerekiyor ve burası, gerçeğe en çok yaklaştığını düşündüğüm Fatma Sibel Yüksek’ten ayrıldığım yer; bana kalırsa, gerçeğe biraz daha yaklaşmak için bir varyantı daha dolanmamız gerekiyor.
Kendi çıkarını korumak konusunda ölesiye tutkulu bir Fisunoğlu’nun “10 madde”sini, sırf akılsızlığa bağlayabilir miyiz?
Acaba diyorum, akılsızlık ürünü gibi görünen tüm bu pratikler, gayet bilinçli bir tasarımın tam da kendisi olmasın sakın!
Bana kalırsa Çelebi, her yöne evrilebilmesine izin verecek oynaklıktaki bir eylem zeminini tam da bu aforizmik ve sloganik argümantasyonun içi gazla şişirilmiş sözde parlaklığından güç alarak kuruyor.
Ve bu bilinçli kuruş, hiç küçümsenmemesi gereken bir aklın ürünü.
Bu bakımdan onun mahkeme salonundaki aforizmik konuşmaları kendisinin değil arka sıralarda onu takdirle izleyen komutanlarının seviyesini işaretliyor. Tıpkı son videosundaki heyecanlı yükselmelerin kendisinin değil AKP’lilerin düzeyini işaretlediği gibi.
Ve yine bu bakımdan onun kumaşı, yazı boyunca sözünü ettiğim Fisunoğlu’ndan çok, Hulusi Akar’ınkine benziyor.
Böylesi bir tasarımı güden şey kişisel çıkar duygusu da olabilir, kendine özgü bir vatanseverlik vehmi de. Kuşkusuz, ikincisi birincisinden daha kalımlı ve daha tehlikeli.