İnsan yerleşimlerinin günümüze kalıntıları ulaşabilmiş, neolitik dönemlere uzanan on binlerce yıllık bilinen bir tarihi var.
Yakın tarihli olanlara bakıldığında iki farklı yapım şekli ayırt edilebiliyor, kabaca.
“Geleneksel” adı verilen, belli yörelere, topluluklara özgü göreneklerle inşa edilenler ve “modern” adı verilen, şehircilik planları, mimarlık ve mühendislik projeleriyle inşa edilenler ya da öyle oldukları varsayılanlar.
“Geleneksel” inşa yöntemleriyle belli tiplerde yapılanlar, kimi yerlerde binlerce yıllık bir süreklilik gösteriyor.
“Geleneksel” yapılarda bu nedenle risk bilgisi de yapım sürecine içkin, yani deneyimle aktarılan bir bilgi. Adlandırılan şeylerin, yapı ögelerinin, eşyaların bilgileri, yani nasıl olacakları -tıpkı evde pişirilen yemeklerin tipleri gibi- görenekler içinde, yaparken yeniden üretiliyor.
Yapılar belli yerlere, zamanlara özgü olarak farklı tiplerde, ustalar tarafından inşa ediliyor. Ustalar ile kullanıcılar bir binadan söz ettiklerinde, nasıl bir şey olduğunu, ne yapılacağını önceden biliyorlar. Üzerinde konuşulan şey ise oda, pencere sayıları, büyüklükler.
Yerleşim biçimi de göreneklerle belirleniyor. Yapım sürecinde plancılar, mimarlar, mühendisler yer almıyor. Önceden hazırlanmış, onaylanmış ve uygulanması gereken bir imar planı, proje bulunmuyor. Yapı ustaları da risk bilgisini bir görgü olarak daha önceki uygulamalardan devralıyorlar. Örneğin yapıları inşa ederken binlerce yıldır ustalar ahşap dikey taşıyıcıların arasına çapraz çatkıları koymayı biliyorlar. Nasıl olacakları, nasıl taşınacakları, nasıl kullanılacakları birtakım usüllere bağlı.
Ortaçağ’dan günümüze uzanan ahşap yapılarda benzer özellikler görülüyor. 19. yüzyılda endüstriyel malzemelerle, buhar makinesi ile biçimlendirilmiş modern diyebileceğimiz ahşap yapıların taşıyıcı strüktürleri bile geçmiştekilere benziyor.
Bu açıdan bakıldığında Alsace bölgesinde inşa edilen geleneksel bir yapıyla, Düzce’de inşa edilen geleneksel bir yapı arasında büyük farklılıklar yok. Her ikisinde de ahşap çatkılardan oluşan strüktürün, taşıyıcıların içi samanla karışık toprakla dolduruluyor. Ortaçağ’da kiliseler, camiler gibi taştan inşa edilen anıt yapıların dışındaki ahşap taşıyıcılı yaygın konut tiplerinin yapım şekilleri aşağı yukarı aynı. Bu arada şunu da söyleyeyim: Strasbourg’da 15. yüzyıldan kalma ahşap çatkılı bir yapının şehir merkezinde korunduğu ve kullanıldığı görülebiliyor. Bunun nedeni şehirlerin bir bölümünün 19. yüzyıldaki yeniden inşa fırtınasından korumacılık akımıyla kurtulmuş olmaları. Özellikle mimarlıktaki Yeni-Ortaçağcıl (Neo-Gotik) akım bir taraftan yeni yapıların bu tarzda inşasını, diğer taraftan da kültürel miras olarak korunmasını sağlıyor. Oysa o tarihlerde İstanbul gibi şehirlerde böyle bir koruma bilinci ya da farklı olanla karşılaşma deneyimi olmadığı için günümüzde içi kerpiç dolgulu ahşap yapılar ya kırsal alanda ya da 19. yüzyıldaki yenilenmiş yapıların içinde çok nadir olarak bulunabiliyor.
“Modern” olarak tanımlanan koşullarda, yani onbinlerce yıllık insanyerleşimlerinin tarihinin çok kısa bir bölümünde, yeni inşa edilen binaların bir bölümü mimari tasarımlarla, mühendislik projeleriyle gerçekleştiriliyor. Deneyimler temsiller aracılığıyla paylaşılarak, biriktirilerek, karşılaştırılarak üretiliyor. Bu koşullarda risk bilgisi, taşınma usülleri, yer seçimi gibi konular “geleneksel” denilen düzenlerdeki uygulamalara, göreneklere içkin değil.
Uygulama aşamasından önce şehir planlarında, imar yönetmeliklerinde yapıların özellikleri tanımlanıyor, mimari ve mühendislik projeleri yapılıyor. Bu aşamalar tamamlandıktan sonra onaylar alınıyor ve uygulanıyor. Bu koşullarda yapılar inşa eylemini konu alan pratiklerle, temsillerle üretiliyor. Bu koşullarda planlama, mimarlık faaliyetleri doğrudan uygulama değil, inşa eylemini konu alan, temsil eden ayrı uzmanlık pratikleri. Şehir plancıları yapılaşmaya uygun yerleri analiz ediyorlar, binaların mesafelerini, büyüklüklerini, donatılarını planlıyorlar. Mühendisler mimarların tasarladıkları binaların deprem ve kullanım biçimlerine, işlevlerinin getirdiği yüklerine göre statik projelerini yapıyorlar. Bunları bilimsel çalışmalara ve yönetmeliklere göre hazırlıyorlar.
“Geleneksel” ile “modern” arasındaki farklılık bir ölçüde sağlıkla ilgili gelişmelerle karşılaştırılabilir: Salgınlar karşısında geleneksel topluluklar önceki nesillerden devraldıkları yöntemlerle mücadele ederken “modern” denilen topluluklar bilimsel çalışmalarla, aşılarla, modern tıpla baş etmeye çalışır.
Ancak bir taraftan da ortaya asimetrik bu temsil ilişkisi çıkıyor: Devlet imkanlarını, gücünü ele geçiren sınıflar şehirlerin nasıl olacağını, sermaye sahipleri “kapitalist gerçekçilik” ile neyin doğru olduğunu dikte ederken, diğerleri geçmişten gelen deneyimlerini de, hayatta kalma bilgilerini de kaybediyorlar.
İşte belki de bu nedenle kapitalist modernleşmenin başlangıcından beri şehirsel alanlar, mekanlar alternatif deneyimlere, direnişlere sahne oluyor. İşaretsizleştirici, eşitsizleştirici politikalar sorgulanıyor.
Türkiye’de şehirler neden planlanamıyor?
Şimdi gelelim sorulması gereken soruya: Türkiye’de şehirler neden planlanamıyor? İnsanlar neden Şili’de, Meksika’da, Japonya’da ve benzeri ülkelerde olduğu gibi akılcılaştırma fırsatlarından yararlanamıyor?
Oysa Türkiye’de şehir, mimarlık vs. üzerine çalışanlar, planlama, mimarlık adını taşıyan disiplinler, kurumlar var. Her ölçekte örgütlenmiş muazzam bir kamu bürokrasisi var. Şehirleri, toplulukları tasarlama idealleri onların kutsal bagajlarını oluşturuyor.
Soruyu biraz daha açık uçlu soralım:
“Bilimi dinlemeyen, hile ve kurnazlıklarla çıkar elde etmeye çalışan” siyasetçiler ve müteahhitler sorumlu gösteriliyor, her felaketten sonra. Hatta kimi zaman da onlara oy veren insanlar. Peki neden rüşvet vermek zorunda kalıyor insanlar? Çok ahlaksız oldukları için mi? Kendi felaketlerini hazırlayacak kadar aptal oldukları için mi? Yoksa bunun arkasında başka bir sorun mu var?
“Bilimi dinlemek” denen şeyin arkasında erkmerkezci, imtiyazcı, seçkincileştirici toplulukları tasarlama idealleri olabilir mi? Şehir planlama, koruma gibi kavramlar seçkinlerin kendi kamu yararı kavramlarının temsili olarak mı algılanıyor?
Bu sınıflar kamu gücünü kullanarak, elde ettikleri imtiyazlarla kamu sahasını kapatarak, karanlık düğüm noktaları oluşturuyor olabilirler mi?
Bilgi şiddeti gizleyen bir gösteriye dönüşüyor olabilir mi? Erkmerkezci, sekülerleşmemiş kamusal alan pratikleri yaşamsal olanı seksiyonlaşmış, asimetrik, işaretsizleştirici şiddetle tanımlayarak, ürettikleri gerçeklikle sınıfsal asimetriyi görünmez kılarak, hile ve kurnazlıkları, kural tanımazlıkları, popülist politikaları şehirlere musallat ediyor olabilirler mi?